Emel Altuntaş
Hayat hep hazırlıksız yakalar insanı, yeni manevralarla, çoktan bozulmuş olan bir önceki yapıyı önüne katar. İnsan tedirgindir, tamamlanamayacağını bile bile bütünü arar. Hiç olamadığı kadar var olma çabası içinde debelenirken büyük yıkımlar yaşar. Çabucacık eskitilen sistemin, düşüncenin ortasında yeniden filizlenir. Hayat, hazırlıksız yakalama konusunda oldukça iyidir. Eline kimse su dökemez.
İnsan kaç kere yıkılır ve ayağa kalkar? Ona acı veren kurallardan, dayatmalardan, öğrendiği çaresizlikten, deneyimlerden silkinip yenilenebilir mi? Jung’un “gölge” arketipi, bireysel varoluşun temelindeki yıkıcı ve dönüştürücü süreçlerin, travmaların ta kendisi değil midir? Bireyin tekrar tekrar varoluş süreci, yıkım denen eşik atlanmadan mümkün olmaz.
Yıkım, bir sıfırlanma, bitiş hali değildir, sancılı bir dönüşümün başlangıcıdır. Büyük patlama evreni yeniden tasarlamadı mı? Bireyin benlik sorunsalına baktığımızda altında neler yatar?
Kırılmış ruh parçacıklarının yarattığı yeni insan benliği, inkar edilemez. Çokluğun içinde hiçliği ve tam tersi durumda anlamsızlığı, yepyeni anlam arayışlarının durmayışını ve durmayacağını da inkar edemeyiz. Yıkım, tedirgin edici tohumlar serper. Ona bakışımız ya yokluğu ya da varlığı yeşertir.
İnsan, içine doğduğu bu sonsuz evrenin neresindedir? Varoluşçu felsefe bu temel soru üstünden ilerlerken insanın kendini gerçekleştirme serüvenini ele alır. Nietzsche, felsefeyi insanla başlatır ve onunla bitirir. Felsefeye konu ettiği birey becerikli ve güçlü olmalıdır. Varoluşu gerçeğin çekirdeğinde görür. Gerçek olansa insanın içindeki güçtür. Her şeyi Tanrı’dan bekleyen ve ona mal edenlerin Tanrı’sını öldürmüş; değişimle, kendini keşifle, kalıpların dışına çıkan özgür insanın, hep bir üst modelini gerçekleştirmesinden yana olmuştur.
Bugün baktığımızda insan nereye evrildi? Gücünün farkında olan, gelişiminin kaygısına düşmüş bireyler topluluğuna mı, yoksa bir yığına, bir güruha mı?
Yeni insanın saatleri ileriye kurulmuştur. Zaman kaybetmek, para kaybetmekle ölçülmektedir. Bu yeni durum, muhakkak direnç gösteren bir kesim yaratacaktır. Üretimi hızla makineleştiren Sanayi Devrimini takip eden Fransız İhtilali, insanlığa özgürlük ve eşitlik getirmediği gibi; aklı, bilimi ve teknolojiyi önceleyen modern yaşam söylemleri de otoriter bir medeniyetin temellerini atmıştır. Modern olan, geleneği parçalamakta, teknolojiyi arkasına alıp sürekli kendini yıkıp tekrar var ederek güncellemektedir. Bu baş döndürücü dönüşümün bir parçası olan insan, hızlıca bilinmez bir sona sürüklenir. Akıl, haz, arzu karması ile kaybolur insan, hayal ettiği, sandığı özgür dünyasında. Varlığını kaybeden birey, insan mıdır?
Heidegger, varlığı varoluşta aramıştır. İnsanın kendi varlığını unutmuş olmasını tehlikeli bulur. Çoğu insan, ben kimim, sorusunu sormadan ve hiç farkına varmadan yığınlar arasında kaybolup ölmektedir. Bireysel varlığa dönüşüm ise içinde kaygı barındırır. Kaygı, vicdanı geliştirirken, insana nerede durması gerektiğini gösterir. Varlığın insana yansıttığı ve mahkum ettiği ölüm; bu kaçınılmaz sona ulaşmadan önce, bireyin içine düştüğü, sürekli devinen, değişen, dönüşen sistemde, hayatının anlam arayışını tehdit etmektedir. İnsan, bu büyük tehdit karşısında yalnız kalabilecek kadar güçlüdür ve gücünü varoluşundan alır.
Modern edebiyat, yıkımı, varoluşun mayası olarak ele alır. Önce farkına varır insan; yavaş yavaş değişir, kabul görmez, içine döner, rahat değildir artık. Franz Kafka, bireyin yabancılaşmasını işlerken, sıkışmış ruh hali ve sert bir bürokrasi üzerinden hareket eder. Kafka; ‘Dönüşüm’ünde, kimliğini ve yaşam anlamını yitirmiş, yıkım halindeki kahramanın yeni bir bilince nasıl evrildiğini anlatır.
İnsan, evrenin anlamsızlığı içinde yaşayıp giderken birden bire kendi anlamının peşinde koşması gerektiğini fark eder. Bu eşiği atlamak için büyük gürültüler koparması gerekir. Çünkü Albert Camus’nun da dediği gibi insanın anlam arayışı ile evrenin anlamsızlığı arasında derin bir uçurum vardır. Bilinçli insan bu büyük boşluk içinde kıvranır.
Yıkımı, yaratıcı bir güç olarak gören mitolojide, evrenin inşası için Tanrılar birbirlerini yok etmişlerdir. Burada, yaratılışın ön şartı yıkımdır. Yeryüzü ve gökyüzünün yaratılması Tanrıça Tiamat’ın, Marduk tarafından öldürülmesi ile olmuştur. Doğu felsefelerinde yıkım ve yaratım birbirinden ayrı değildir. Mitolojide varoluş için eski düzenin sona ermesi gerekir. Yıkım, yok oluş, bir son değil yepyeni bir başlangıç olarak işlenir. Yeniden doğuşu başlatmak için var olandan vazgeçmek gerekir. Shiva, yok eden ve yeniden doğuran tanrıdır. Sadece mitolojide değil tarihin satır aralarında da bu duruma sıkça rastlanır.
Birey, yabancısı olduğu bir gerçeklik içinde tek başına ve tedirgindir. Elindeki tek araç olan özgürlüğü ile kendisini gerçekleştirme sorumluluğunu taşır. Varoluş serüveni içinde kişiliğini özgürce, istediği gibi şekillendirecektir.
Sartre’ın gözünden bakıldığında varoluş ve özgürlüğü ayırmamız pek de mümkün görünmemektedir. Bilinçli birey özgürdür. Başkalarının yargılarına göre yaşayan kişi, varoluşuna ve özgürlüğüne karşı duyarsızdır. Bireyler özgürlüklerinin bilincinde olmalı, eylemlerinin sonuçlarına katlanabilmelidir. Yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanamayan bireylerin oluşturduğu; yığından başka bir şey değildir. Aşağı bir hayatı yaşamaya, mahkum bir yığın.
Yeniden dönüşüm ve varoluşu, inovatif kapitalist sistem içinde ele alan Schumpeter, mevcut kurulu sistemin yıkılıp yenisinin inşa edilmesi gerekliliğine vurgu yapar. Değişim ve dönüşümü takip eden girişimciler, bu sistem içinde kendine yer bulabileceklerdir. Her gelişim, dengeleri bozacak ve yenisini oluşturacaktır. Şimdi sırada ne var? Dijitale evrilmek mi? Göz göre göre siliniyor insan eli. Bu yeni yapı, ekonomik ve toplumsal anlamda tüm dünyayı dijitalleşmeye zorlamaktadır. Bugün için en iyisi olarak pazarlanan bu durum, daha iyisi gelip onu yıkana kadar devam edecektir. CD ya da DVD’yi üreten firmaların pazarlama anlayışı çoktan yıkıldı. Dijitale rağmen Polaroid makineyi korumak da mantıklı değildir. Daha iyisi geldiğinde diğerleri yıkılacaktır.
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında, uygarlık ve birey arasındaki temel gerilimlere dikkat çekerken özgürlük ve konfor çatışmasını işaret eder. Sistemin, insanı konfor alanında meşgul etmek için oyuncakları vardır. Onu orada tutmak için her yolu dener. Çünkü insan yıkıcı güdülere sahiptir. Uygarlık, bu güdüleri baskılayarak yönetmek için kurallar koyar. Böylece adına uygarlık denen ve insanları bir arada tutan model, mutsuzluk kaynağına dönüşür.
Uygar insan, içinde büyük bir çatışma yaşar ve varoluşunu sorgular. Yıkım ise insanın varoluşsal çabasında asla vazgeçmeyeceği bir deneyimdir. Modernliğin çok ötesinde bir uygarlık arayışı vardır. Baskı unsuru olan her ne var ise yıkılır ve insan özgürleşir.
Özgürleşmek tamamen mümkün müdür, uygar insan mutlu mudur bilinmez ama bireyin kendini tamamlama çabası her zaman devam edecektir. Saatleri ayarlayan uygarlık seviyesi, yeni insanın boyunu çoktan aşmış, onun yerine yapay zekayı, dijitali devşirmektedir.
Gerçek olan; kalıpların dışında, kendi ile meşgul ve kaçınılmaz olan yıkımı cesaretle kucaklayabilecek insanın içindeki güçtür. Öyleyse bu benzersiz eşiği defalarca atlamaya ve tekrar var olmaya, var etmeye ne dersiniz?

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.

