Bitiyatro ve Meddah yapımı “Fil Rüyası”, bu sezon ilk defa seyirci karşısına çıktı. Günsu Özkarar’ın kaleme aldığı oyunu Cem Burçin Bengisu yönetiyor. Oyunun süpervizörlüğünü Laçin Ceylan üstlenirken, Ayten Öğütçü kuklaları, Nejat İşler de sesiyle oyunun dramatik yapısına katkı sağlıyor. “Fil Rüyası” hakkında merak ettiğimiz her şeyi ekibe sorduk.
EZGİ AKTAŞ İLE TİYATRO SAHNELERİNDEN

- Sizi tanıyabilir miyiz?
Hülya Köseooğlu: “Fil Rüyası” oyununda Rüya karakterine hayat veriyorum. 27 yaşındayım. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro bölümünden mezunum. Mezun olduktan sonra İstanbul’a taşındım ve çeşitli özel tiyatrolarda oyuncu olarak çalıştım. Şimdi “Fil Rüyası”nın yanı sıra Bursa Şehir Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalışıyorum.
Arbil Tabur: Oyuncu ve seslendirme sanatçısıyım. İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun olduktan sonra asıl hayalim olan oyunculuğa yöneldim. Çeşitli kurumlardan ve eğitmenlerden oyunculuk eğitimi aldım. Şu an “Mezarlık” adlı dizide Selin karakterini canlandırıyorum. “Fil Rüyası” ile de tiyatro yolculuğuma devam ediyorum, terapist Bilge karakterini oynuyorum.
Onur Sarıaltın: 30 Kasım 1982’de Ankara’da doğdum. Oyunculuktan önceki ilk eğitimim mimarlık. Gazi Üniversitesi Mimarlık mezunuyum. Oyunculuğa 2000’li yılların başlarında önce üniversite tiyatro topluluklarında başladım, aynı heyecan ve amatör ruhu hiç bırakmadan profesyonelleşen bir hayatla devam ettim. Şahika Tekand Studio Oyuncuları’ndan ve Craft Tiyatro’dan oyunculuk eğitimleri aldım. Çeşitli workshop-atölyelerden oyunculuk, aksiyon oyunculuğu ve çocuk psikodraması üzerine eğitimler aldım. Aynı zamanda özel sanat kurumlarında ve belediyelerde, yetişkin ve çocuk gruplarına oyunculuk, tiyatro, yaratıcı drama eğitimleri verdim ve oyuncu koçluğu yaptım. Ankara Devlet Tiyatro’sunda ve birçok özel tiyatroda görev aldım. Şu sıralar bir sinema filminden uyarlayarak yazım sürecini yeni tamamladığım bir tiyatro oyunu üzerine çalışıyorum. Küçük yaşlardan beri karakalem resim çiziyorum ve keman çalıyorum. Sanatla iç içe bir dünya ve yaşam biçimi, benim özetle tarif edebileceğim aslında. “Sanatın içinde geleceği barındıran bir silah” olduğunu düşünüyorum. Silah kelimesinin tek sevimli durabileceği tabir bu bence.
- “Fil Rüyası” ekibine nasıl dahil oldunuz?
Hülya: Biriyatro’nun açmış olduğu seçmelere katılarak dahil oldum.
Arbil: Bitiyatro sosyal medya hesabından yeni bir oyun için oyuncular aranıyor ilanını görmüştüm. Sette çalışmakta olduğum yoğun günlerden biriydi ve telefonuma bakabildiğim kısacık anda önüme düşmüştü. Muhtemelen o an denk gelip görmeseydim hiçbir zaman haberdar olamayacak, seçmelere katılamayacak ve rolü de alamayacaktım. Başvurumdan sonra ilk seçmeye çağrıldım, yaklaşık bir hafta sonrasında da yeni bir metinle ikinci bir seçmeye katıldım. Sonrasında birlikte çalışmak istedikleri haberi geldi. Ama ben projeye dahil olacağımı ilk seçme gününden hissetmiştim.
Onur: Daha önceden bildiğim ve takip ettiğim Bitiyatro’nun duyurusu üzerine seçmelere katıldım ve böyle dahil oldum.
“GERÇEK VE RÜYANIN BİRBİRİNE KARIŞTIĞI GERÇEKÜSTÜ BİR METİN”

- Oyuncu gözüyle “Fil Rüyası”nı sizden dinleyebilir miyiz?
Hülya: “Fil Rüyası”, oyuncusuna da izleyicisine de ilginç bir deneyim yaşatan bir oyun oldu bana kalırsa. Terapi seanslarıyla açılıp karakterlerin iç dünyasını ve bunların sosyal hayattaki yansımalarını gördüğümüz bir oyun.
Arbil: Psikolojik-gerilim-dram janrında, gerçeküstü bir oyun. Kendisini iyi etmesini umduğu için terapiye giden genç bir kadının ve terapistinin önce birbirleriyle daha sonra ise geçmişleriyle yüzleşmelerini tamamlamak zorunda kaldıkları, hikayelerinin birbirinin içine girift bir şekilde girmesi sonucu neyin gerçek neyin rüya olduğunu kaybettiğimiz, oradan oraya savrulduğumuz, tüm bunlar olurken kapitalist sistemin soğukluğunu ensemizde hissettiğimiz ve bu iki genç kadının birey olma yolunda özgürleşmelerine tanıklık ederek yeniden tamamlandığımız, insana dair, dokunaklı, etkileyici, hem acıtan hem de güldüren, hakiki bir oyun.
Onur: Bir bilinç akışı metni. Modern insan diye tanımlayabileceğimiz bireyin maruz kaldığı birçok etken içindeki varoluş sancılarını gölge arketiplerinin oluşturduğu bir düzlem sayesinde de bize gösteriyor. Tekinsiz, tuhaf, komik, metaforik, karanlık ve aydınlık bir dramatik metin. Boğulduğumuz fakat içinde nefes almaya çalıştığımız bir hayat düzleminden bahsediyor. Bize dayatılan ve içinde yine de kendimizi bulmaya çalıştığımız toplum düzenini bize sunuyor. Simbiyotik bir bağ içinde hayatla olan tartışmamızı gözler önüne seriyor.
- “Fil Rüyası” metnini ilk okuduğunuz zamana dönersek, muhtemelen oyun üzerinde çalışa çalışa, provalar yapa yapa çok değişip dönüşmüştür ama hikâyenin ana fikri size neler hissettirdi?
Hülya: Bana başta nasıl sahneye koyulacağıyla ilgili düşündürücü hissettirmişti. Ancak bir taraftan da güncel problemleri ve bunların bilinçaltına yansımasını görmek, hayatın içinde yer yer hepimizin yaşadığı varoluşsal sorunları göstermesi çok ilgi çekici geldi.
Arbil: Sistemin herkesi yalnız hissettirmesi, hatta neredeyse yalnız olduğuna inandırmasının bir dayatması olarak doğan çaresizlik hissinin, aslında nasıl da bir illüzyon olduğunu tekrar görmek, yalnız olmadığımızı, sadece birbirimize uzak ve yabancı kaldığımızı, bu uzaklığın ya da araya giren perdenin ortadan kaldırabilmenin bizim elimizde olduğu düşüncesi umut dolu hissettirdi.
Onur: Evet, prova sürecinde kesinlikle çok fazla dönüşüme ve değişime uğradı. Oyuncular ve yönetmen olarak çekinmeden her şeyi çok fazla denediğimiz, oldukça doğaçlama yaptığımız ve var olan metni de farklı bir yönden güçlendirdiğimiz bir prova süreci geçirdik. Tabii ki ana omurgayı ve çatıyı bozmadan. Bu güzel ve yaşayan bir şey. Herkes kendi hayatından, deneyiminden, ruhundan, korkularından, hayallerinden ve bilinç altından bir şeyler kattı ve bana sorarsanız da her oyun çalışmasında katmalı.
“YOĞUN, ZOR AMA EĞLENCELİ BİR HAZIRLIK SÜRECİ GEÇİRDİK”

- İlk bir araya gelişinizden sahnelendiği güne kadar olan geçen hazırlık sürecini dinleyebilir miyiz?
Hülya: Aslında epey yoğun bir prova süreciydi. Reposuz ve uzun saatler çalıştığımız çok gün oldu. İşi olabildiğinin en iyi haline getirmek için herkes yoğun bir süreç geçirdi. Şu an bile üzerinde uğraşıyoruz.
Arbil: Yaklaşık iki ay süren, her gün bir araya geldiğimiz yoğun bir hazırlık süreci geçirdik. Başladığımız noktaya göre her şeyin çokça gelişip dönüştüğünü söyleyebilirim. Bize zemini hazırlayan ilk metnin üzerine, karakterleri derinleştirip, hikâyeyi daha katmanlı hale getirmemizi sağlayan okumalar, araştırmalar, tartışmalar ve doğaçlama çalışmalarıyla ulaştık. Hem oyun için hem de karakterlerin gelişimi için geçirdiğimiz hazırlık sürecini oldukça değerli görüyorum.
Onur: Zor, sancılı, stresli, değişken, eğlenceli. Yaratım süreci en nihayetinde.
- Oyun, bir genç kadının gördüğü rüyayı terapistine anlatmasıyla başlıyor. Toplumun kutsallık atfettiği anneyi öldürmekle ilgili bir rüya bu. Genç kadın bu rüya ile huzursuzluğunu aktarmak isterken, terapistte başka duygular tetikleniyor ve aralarında tansiyonu yüksek bir iletişim süreci başlıyor. Çok içsel bir yerden doğan bu hikâyeyi somuta, yani sahneye taşırken nasıl bir yöntem izlediniz?
Hülya: Benim için bu anlamda ilginç bir süreç oldu gerçekten. Hayatımda ilk kez terapiye başlamamdan, yanılmıyorsam iki hafta sonra, bu işe dahil oldum. Oyun terapi seanslarında geçiyor bildiğimiz gibi. İlginç ve tebessüm ettiren bir süreçti. Bazen çalıştığımız bir sahne gerçek terapi seansımın konusu oldu, bazen de gerçek seansımda keşfettiğim şeyler Rüya’ya yaklaşmamda yardımcı oldu.
Arbil: Oynadığım terapist Bilge karakteri, 6 yaşında küçücük bir kız çocuğuyken anne-babasının onu bırakıp gitmeleri sonucu teyzesiyle büyümüş biri. Teyzesi onun tek ebeveyni, rol modeli ve oldukça katı, dominant bir karakter. Bilge koşulsuz sevgiye muhtaç her çocuk gibi sevilebilmek, biraz olsun onaylanmak, güvende hissedebilmek için teyzesi ne isterse yapmış, teyzesinin şekillendirdiği şekilde yaşamış ve hatta tıpkı teyzesi gibi terapist olmuş ama karşılığında kendinden ne kadar verirse versin umduğu şefkati bulamamış biri. Aslında içten içe olmak istediği kişi ve kimliğinin ona yüklediği üzere olmak zorunda olduğu kişi arasındaki çatışmayı merkeze aldım. Gerçek anlamda olduğu kişi, rüyalarında bastıramadığı arzularının sonucu olarak sanrılar görüp duran acı çeken biri, diğer yandan ise bir terapist olarak tüm bunları ustalıkla gizlemiş olduğu bir maskenin arkasından güçlü olduğunu varsaydığımız biri. Bu bölünmüşlük, ikililik hali karakterin kendi iç çatışmasıyla artık baş edemediği bir noktaya ona ayna olan danışanı Rüya ile tetiklenerek taşınıyor. Karakterimi içselleştirirken, zaafları, travmaları, korku ve kaygıları, sevinçleri, hayat motivasyonu noktasında ihtiyaçlarını gözeterek empati yoluyla ve kapsamlı sorgulamalar, psikolojik okumalar, izlemeler ve bazı gözlemlerim eşliğinde ulaşmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Onur: Var olan bilinç akışını, bedensel ve fiziksel süreç içinde bütünleştirerek yeni bir yaratım sağlamak. ‘Şiirsel Beden’. Tüm prova sürecinde kendi tiyatro deneyimlerimi, birikimlerimi ve sezgilerimi, fütursuz bir oyunculukla yılmadan deneyerek, deneyerek ve tekrar deneyerek… Bir çocuğun oyun oynama heyecanı ve mutluluğuyla…
- “Fil Rüyası”, bir yanıyla rüyaların gerçek hayatta içsel çatışmaya dönüşmesiyle, bir yanıyla da toplumsal rollerin sorgulanmasına dair sözü olan bir oyun. Sizin oyunda en etkilendiğiniz bölümü sorsam?
Hülya: Aslında çok fazla sahne var bu anlamda söyleyebileceğim. Oyundaki her sahneden başka bir şekilde keyif alıyorum. Ama şimdilik iki şey söyleyeceğim. İlki, buzdolabının üstündeki kız, ikincisi, “bana karşı bana karşı sanki bu koca dünyada herkes bana karşı” sahnesi.
Arbil: Terapistle danışanın yer değiştirdiği sahne derim. Tüm çözülmenin, uyanmanın ve hatta birey olma yolunda başkaldırının başlangıcı. Toplumun bireye yüklediği kimliklerin, zorundalıkların altında kendimizi keşfedemediğimiz bir hayat yaşayabiliriz. Kendimizi bu gerçeği göz ardı ederek ya da yadsıyarak kandırırken de bulabiliriz. Ve bu, toplum içindeki herkesin başına gelebilir. Haliyle insanın kendi ile yüzleşmesi, zorlu ve cesaret isteyen bir eylem olmakla beraber, kendimizi keşfedeceğimiz bir yolculuğun da başlangıcı olacaktır. Rüya’nın hiç tahmin etmeyeceği bir halde terapistini bulduğu ve ona elini uzattığı sahne, ben de imgelem olarak Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı adlı eserini canlandırıyor. Bu sahneyi hem duygu yoğunluğu hem de sahneleme olarak oldukça kuvvetli buluyorum.
Onur: Oynadığım her 3, daha doğrusu 4 karakterde de metaforik ve dramaturjik bağlamlar kurduğum yerler. Örneğin; ‘Çamur’ imgelemi.
- Oyundaki gerçekle rüyaların sıkça karıştığı akışın ve sürekli tedirginlik halinin sizi de zorlayan anları oldu mu?
Hülya: Bunları net olarak tanımlamak saptamak ve alternatif yorumlar düşünmek bile başlı başına zordu. Çok fazla değişti dönüştü oyun prova sürecinde. Belki değişmeye de devam eder. Hala kendimizi nihai haline kavuşmuş gibi hissetmiyoruz açıkçası.
Arbil: Olmadı diyemem ve hatta geçen gün bir arkadaşımla tam da bunun üzerine konuştuk. Karakterlerin ruh hallerini, zihinlerinde susmak bilmeyen sesleri, tekinsiz bir atmosfer içerisinde tüm psikolojik ağırlığıyla an be an yaşıyoruz. Ancak hikâyenin özgürleşmeyle, umutlu şekilde bitiyor oluşu tüm sıkıntıların üstesinden gelerek bizi ferahladığımız bir noktaya taşıyor. Bu sebeple de olumlu bir hissiyatla ayrılabilmemizi kolaylaştırıyor diye düşünüyorum.
Onur: Hayır, olmadı. Aksine büyük bir haz ve keyif aldım.
- Rüya karakteri oyunun bir yerinde açık camdan içeri giren, düşünce akışını bozan şehir gürültüsünden rahatsız oluyor. Anlıyoruz ki, kentsel dönüşümün etkilediği milyonlarca insandan biri ve “Fil Rüyası” modern şehir insanının bu rahatsızlığını da sahneye taşımış. Siz gündelik hayatınıza sızmış hangi dertlerin güncel tiyatroda yer bulmasını arzu edersiniz?
Hülya: Aslında Rüya ve Hülya’nın çok fazla ortak derdi var. Aile ilişkilerini kastetmiyorum. Tavırlarımız tamamen farklı olsa da varoluşsal bazı dertleri çok aynı. Beni sanırım şu yaşımda en çok yoran şey, insanların var olan potansiyellerini koşullardan dolayı gösterememe ihtimallerinin de olması. Başka koşullarda başka türlüsü mümkünken, bu koşullarda olmama ihtimalinin de hep bir yerde durması. Bu beni çok etkiliyor hayatta. Bunu hissettiren bir oyun izlemek ya da oynamak sanırım beni mutlu ederdi.
Arbil: Gerek toplumsal gerek bireysel soru ve sorunlara dair tüm dertlerin tiyatroda yer bulabilmesini isterim. Spesifikte dünyaca ihtiyacını duyduğumuz özgürlük, eşitlik, adalet ve barış üzerine diyebilirim.
Onur: Her şeyin ama her şeyin… İnsana dair ve insanın maruz kaldığı her şeyin… Ancak günümüzde zaten yaşadığımız şeyler, tiyatroda aynı dil ve biçimde olmamalı. Sahne dili, estetiği ve büyülü bir gerçeklik diye bir şey var sonuçta.
- Genç birer oyuncu olarak, tiyatro hakkındaki tahayyülünüz nedir?
Hülya: Ah o kadar çok şey var ki! Ben 10 yaşımda karar verdim oyuncu olmaya ve o günden beri hiç azalmadı tutkum. Çok fazla şey zorlayıcı olsa da bu tutku hep tuttu. Dilerim ömrün boyunca sahnede olurum ve pek çok şeyi deneyimleme şansım olur. Her oyun bambaşka bir şey yaşatıyor çünkü bu çok heyecan verici. Dilerim daim olsun.
Arbil: Özgür ve özgün oyunların üretiminin artması ve bu üretimlerin içerisinde yer alarak özgün karakterler canlandırabilmek.
Onur: Öncelikle bunu bir iltifat olarak alıyorum. Ruhum öyle olsa da yaşım 43 artık. Herkesin özgürce ve eşitçe erişebildiği, herkesçe ihtiyaç haline dönüşmüş ve böyle bir kültürün yansıması olan, dönüştürücü güce ve estetik anlayışa sahip bir tiyatro, popüler kültürün ürünü olmayan, daha protest, daha muhalif ve daha dürüst…
GÜNSU ÖZKARAR: “BUNLAR SADECE BENİM MESELEM Mİ SORUSUNDAN YOLA ÇIKTIM”

- “Fil Rüyası” kaleme aldığınız ilk oyun. Metnin yaratım sürecini sizden dinleyebilir miyiz?
Galata Perform ‘da yeni metin yazarlığı atölyesine katılmıştım. Tam da Büyükada ‘ya taşındığım karlı kışa denk geldi yoğun eğitimler, vapurlar iptal oldukça ve şehre inmedikçe bir yandan birçok oyunu okuyor, bir yandan da yazıyordum. Büyükada’da mimozalar açtığında “Fil Rüyası” taslak olarak elimdeydi.
- Oyunda rüyalarında “annesini öldürdüğü” için kendini suçlu hisseden bir genç kadının hayatla baş etme sürecinde destek almak için gittiği terapistiyle kurduğu ilişki, kentsel dönüşüm endişeleri ve şehirli insanın âşık olma ihtimali gibi öğelere yer veriyorsunuz. Sizi bu konular üzerine yazmaya ne sevk etti?
Ne tesadüf ki, dün de oyunu izleyen bir terapistle Instagram canlı yayınında hemen hemen bunları konuştuk. Anneyi öldürmek bir sembolik bir dil burada ve genç kadın tam olarak suçlu hissetmiyor aslında, bunu yapmak, yani anneyle bağını koparmak istiyor ama gerçek hayatta henüz bunu yapamadığı için sadece rüyalarında görebiliyor diyebiliriz belki. Neden bu konular sorusuna gelirsek… Ben de genç bir kadınım ve benim de annemle sorunlarım var. Üstelik kentsel dönüşümün göbeğinde İstanbul’da yaşayan ve her gün metrobüse de binen bir genç kadınım, kendimden bütüne ulaşarak, bunlar sadece benim meselem mi, hemen hemen herkese sirayet ediyor olabilir mi diye düşünerek, araya da olmazsa olmaz aşk kırıntıları serpiştirerek bir iskelet seçtim “Fil Rüyası”nda.
- Sizden başka oyunları da sahnede seyredecek miyiz?
İkinci oyunumu da yazdım. O da bu kez deprem teması içinde bir anne oğul oyunu. Üçüncü oyunumun da konusu belli ve bunları toplumsal bir üçleme olarak düşünüyorum. Onlar ne zaman kiminle izlenir şu an belli değil ama Kadıköy Emek’in Feminist Yazım Atölyesi’ni yakaladım bu kış da. …ve şimdi Ada’da yine mimoza zamanı gelmişken bu oyun taslağım da hazır. İsmi “Leyleği Doğurmak”. Bir kadının doğurup doğurmama tercihini sorgulayışı üstünden bir konu izleyeceğiz bu kez. Haziran ayında Emek Festivali’nde sahnelenecek.