Nazlı İpek Mavuşoğlu
Evren’deki Evrim’e ve İpek Böceğine…
Sabah telaşlı başlamıştı: Herkesin elinde telefon… Listeler… Oradan oraya koşturan insanlar. Bense bugünün tadını çıkarmaya kararlıydım. Hiçbir şey umurumda değildi. Olacak hiçbir aksilik neşemi, huzurumu bozmazdı. İlk düğünümüz olamamıştı. Evimizi tutmuş, gelinliğimi almış, mobilyaları düzmüşken, düğüne beş kala saçma sapan bir bahane ile beni terk etmişti. Bu sefer olacaktı bu düğün! Varsın yansındı düğün yeri, ateşin etrafında toplanır dans ederdik birlikte. Düğün yeri demişken, o önermişti bu İngiliz Bahçesini. O hep çok entelektüeldi, hep eşsiz şeyleri severdi. İngiliz bahçelerinin hikayesini anlattığında çok etkilenmiştim.
– İngilizler dünya siyasetinin gizli yöneticisidir. 18. Yüzyılda her şey insan elinden çıkmış gibi geometrik olarak tasarlanan Fransız bahçelerinin aksine, İngiliz bahçeleri sanki hiç doğaya müdahale edilmemiş gibi görünür. Ama aslında her şey tasarlanmıştır. Bu bahçelerde gezinti yaparken hoş bir tesadüf olmak üzere, zamanla yıkılmış gibi görüneni harabe şatolar inşa edilir. Bunlara folly ismi verilir. Aslında bu yapılar baştan beri birer harabe olmak üzere inşa edilmiş, sahte güzelliklerdir. Sevgilim, benimle VIII. Henry için yapılan folly’nin önünde evlenir misin? Ne dersin?
Fotoğrafını gösterdi. Gerçekten de anlattığı gibiydi. Yemyeşil bir kırın ortasında harabe bir güzellik. Çok beğenmiştim. Gerçi bir şato olması, tasarlanmış ama tasarlanmamış gibi görünmesi fikri içimde anlamlandıramadığım huzursuzluk uyandırmıştı. Mavi Sakal’ın hikayesini çağrıştırmıştı bana. Mavi Sakal’ı da çok severim oysa, özellikle İki Yol şarkısını…
“Neden soruyorsun
Nereye gideyim
İki yol var demiştim
Hangisini seçeyim
Korkma bebeğim
Hepsinin sonu ay ay aynı
Çok yukarılarda biriymiş
Bunları yaptı”
Aman nerden gelmişti bunlar aklıma. Ben beyaz tenime beyaz elbisem, o kızıl saçına yeşil gözleriyle çok güzel görünecektik mihrapta. Ne çok sevmiştim onu. Lisede tanışmıştık. Ben liseye yeni başlamıştım o da lise üçüncü sınıftaydı. İlk dikkatimi çeken şey, ona has kokusu ve gün kurusu kıvır kıvır saçlarıydı. O okulun popüler ve akıllı çocuğu, ben içerden eksik dışardan silik bir kız çocuğu. En sevdiğim vakitler cuma törenleriydi. Öğretmenlerin bağırışları, arkadaşlarımın kıkırdamaları, sıcak, ayakta durmak, karman çorman bir vakit. Ama benim gözüm uzaktan ona kitlenmiş olurdu. Kızıl saçları külün koru gibi parlardı. Çok sevimliydi, çok yakışıklı, çok yardımsever. Kaf Dağı’nın tepesinde ulaşılmazdı. Benim rüşvet verilmiş bir duruluğum vardı sadece, o kadardı. Ben kabullenmiştim durumu, öyle içimde kalan, benle ben arasında kalacak tatlı bir ilk aşk hikayesi olmasını kabullenmiştim.
Saygı duruşu, İstiklal Marşı. Tören bitti. Ayaklarımı sürüye sürüye çıkış kapısına doğru gidiyordum. Üüüf kim bekleyecek şimdi pazartesini, asırlar gibi gelecek bana şimdi o iki gün. Birden omuzlarımda bir el hissettim, arkamı dönmemle birlikte o kocaman yeşil gözlerin bana baktığını gördüm;
– Merhaba, bu senin defterin mi?
Elinde şiir defterim bana uzatıyordu. Bütün vücuduma bir yangın yayıldı. Nerden eline geçmişti ki? Acaba okumuş muydu?
– E eve evet benim diye kekelemeye başladım.
– Bahçede buldum, sanırım düşürmüşsün. İçini açmak zorunda kaldım kimin olduğunu anlayabilmek için, birkaç şiirini de okumuş bulundum. Kusura bakma.
Yerler yarılsaydı dipdiri gömülseydim daha iyiydi, o şiirleri onun için yazdığımı anlamış mıydı?
– Önemli değil.
– Şiirlerin çok güzelmiş. Gelsene, şiir kulübünün etkinliğine gidiyorum ben de.
– Ben mi?
Ben mi gelmek isterdim. Ben bu titrek bacaklarıma hâkim olup onunla gelmek mi isterdim?
– Adın, Zümrüd sanırım. Defterde öyle yazıyor. Ben Pavo. Gelecek misin?
– Sorun olmayacaksa.
– Koş o zaman otobüsü yakalamamız gerek.
Ben bayılmıştım da bir rüyaya mı dalmıştım. Ulaşılmaz kızılla ve onun arkadaşları ile birlikte şiir tartışıyordum? Başım dönmeye başlamıştı, içmemiştim de halbuki. Birden elimi tutup, kulağıma “Buradan çıkalım mı artık?” dedi. Beni sürükleyip dışarı çıkardı. Karanlık ıssız sokakta sadece ikimizdik. Gözlerimi gözlerine yaklaştırıp beni öpmeye başladı. Kollarını sarmaşık dalları gibi bedenime sardı. Ahh tatlı kızıl adamım benim. Kollarında sıcacıkken ben, kulağıma:
– Sen benimsin artık, kadınımsın, sonsuzluğum. İçerdeki adamlardan kaçırmam gerekliydi seni. Hepsi içine düştü görmedin mi? Benden başka kimsenin değilsin sen artık, kimsenin gözü bile değemez sana. Benimsin sadece benim, sonsuzluğum. Ben sana okulun ilk gününden beri aşığım. Seni görür görmez benim olman gerektiğini anladım. Şiir defterini bulmam tesadüf mü sanıyorsun?
İnişli çıkışlı ama çokça kırgın, çokça kıskanç bir şeydi bizim ilişkimiz. O zincirlerimi sıktıkça benim kemiklerim birbirine giriyordu. Adım adım tenhalaşmıştım kendime. Dışarıdan fark edilmiyordu Pavo’nun benliğimi karga sürüsü gibi yağmaladığı, tüm benliğim onun kokuşmuş leşiydi sanki. Bunların hepsi aşktandı, seven insan kıskanırdı! Bizim ilişkimiz sonsuzdu, büyülüydü, o yüzden bedenimde gezen solucanlara rağmen bitemezdi!
Yedi sene sonra o bitirdi.
Eğri büğrü sevilerek büyütülmüş kız çocuğu Zümrüd’ün ışığa doğru yönelmesi; on cilt günlük, iki kütüphane kitap, bir kısa ilk evlilik ve sonsuzmuş gibi gelen terapi saatlerimi aldı.
Ama şimdi karşımdan gelen kızıl saçlı adam daha olgundu. Özel değildik, birbirini çok seven, “Aşkı-yakan”ı bilip tercih etmeyen neşeli bir erkek ve bir kadındık. Hiçbir şeyimiz özel değildi. Sadece biricikti. Benim olanı, sıradanı, kusurlu güzellikleri sevmeyi öğrenmiştim. O yüzden düğün umurumda değildi bu sefer. Ama yine de bir şato seçmiştik. Nikah tam altın saatlerde akşamüstüne beş kala kılınacaktı. Ahhh sevgilim, sevdiğim adam tüm ihtişamı ile elimden tutmuş beni mihraba doğru yürütüyordu. Birden burnuma o on altı yaşında âşık olduğum koku gelmeye başladı. Misafirlerden gözümü alıp, kafamı sevdiğim adama doğru çevirdim. Kocaman gülümsemesiyle bana bakıyordu. Gözlerim apaçık, elim elinin arasında ezilirken, yüzüne baktım yeniden. Yüzüne ve kıvır kıvır masmavi saçlarına…


