Tuba Ayşe Özgür
Beklerken direnir mi insan?
Birini ya da bir şeyi gerçekten bekledin mi hiç?
Öyle sıradan bir bekleyiş değil.
Bir sigara izmaritinin dumanı gibi tükenen saatleri…
Direnişinin kambur bir sabırla sırtına çöreklendiği, bir adım bile ilerlemeden çürüyen zamanı…
Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı ikonik tiyatro oyunu tam da bu kör noktada yankılanır. Absürd tiyatro örnekleri içinde öne çıkan bu eser, absürdün içinden sızan çıplak bir gerçekle yüzleşmemizi sağlar:
Yaşam, belirsizliktir. Ve insan, belirsizliğe rağmen yaşamaya mecburdur. Belki bu yüzden Godot hiç gelmez. Çünkü mesele onun gelmesi değil, bekleyenin kim olduğu, neden beklediği ve beklerken neye dönüştüğüdür.
Samuel Beckett’in bu ikonik metni, ilk bakışta saçma gibi duran diyalogları ve hareketsizliğiyle bizi kışkırtır. Ama biraz durup düşündüğümüzde, tam da bu hareketsizlikte devasa bir gerilim olduğunu fark ederiz.
Beklemek, sandığımızdan daha çok şey anlatır; aşkı, tutkuyu, sevmeyi ve direnişi… ama hangisi? Bir eylem midir beklemek, yoksa eylemsizlik mi?
Varoluşun derin kuyusunda beklemek… Kierkegaard, insanın “varoluşsal sancısını” tanımlarken onu üç halle örer: Umutsuzluk, inanç ve kaygı. Beklemek ise bu üç halin iç içe geçtiği bir örgü olur. Bekleyen kişi, hiçbir zaman sadece başka birini beklemez. Kendisini de bekler… Olmak istediği kişiyi, karşılaşmak istediği anlamı bekler.
Vladimir ve Estragon, bir ağacın altında Godot’yu ararken de öyle değil midir? Kimdir Godot? Tanrı mı, kurtarıcı mı, bir aşık mı yoksa bir devrim mi? Beckett bunu belirsiz bırakır. Çünkü mesele Godot’nun gelmesi değil, onun ‘beklenmesidir’. Tıpkı bizim hayatta beklediğimiz tüm şeyler gibi. Sevilmeyi, görülmeyi, bir devrimi, bir dokunuşu, bir işareti…
Peki, bu bekleyiş bir umut mudur? Evet. Ama aynı zamanda bu umut, sürekli ertelenen bir hareketsizlik döngüsüne dönüşür. Vladimir ve Estragon hiçbir yere gitmez, hiçbir şey yapmaz. Beklemek, onları hem hayatta tutar hem de felç eder. Bu, direnmenin ta kendisi olabilir mi? Belki. Ama direnişin en çıplak, en sessiz, en kırılgan hali… Bu yüzden Vladimir ve Estragon’un bekleyişi boş değildir. O bekleyişte bir sadakat, bir sorumluluk vardır.
Godot gelmese bile, onların birbirine kaldığını bilmek bile yeterlidir.
Ve işte burada başlar sevgi: Karşılık beklemeden, anlam bulamadan, sevmeye devam etmek. Sevgi, aklın değil, varoluşun uzantısıdır. Ama belki de sevginin onuru buradadır. Godot’yu beklerken, hâlâ “seviyorum” diyebilmek, onu görmeden, onu tanımadan, onun için ayakta kalmak…
Sartre, “Sevgi özgürlük ister” derken, aslında sevgiyi bir sahiplenme değil, bir özgür bırakma biçimi olarak görür.
Bekleyişteki sevgi de böyledir: Godot’yu zorla çağırmaz.
Sadece onun gelmesi için yeri hazır tutar. Bir sandalye boş kalır… Bir kalp açık tutulur…
Bir noktadan sonra, sevgi de sadece beklemek olduğunda, bir teslimiyete dönüşmez mi? Ya da direniş nerede başlar?
Direniş çoğu zaman büyük sloganlar, büyük meydanlar zannedilir. Oysa Camus’nün varoluşçu etiği, direnişi bir yaşam biçimi olarak tanımlar. Absürt karşısında isyan, onun anlamını kabul etmeden yaşamayı seçmektir.
Godot’yu beklemek işte böyle bir isyandır. Bir anlam yoksa bile yaşamaktan vazgeçmemek. Çünkü insan, anlamsızlığa rağmen yaşamayı seçtiğinde, onu kendi anlamıyla doldurur. Beckett’in karakterleri tam da bunun ete kemiğe bürünmüş hali olur. Onlar sistemle, kaderle, Tanrı’yla ya da toplumsal beklentilerle yüzleşmiyorlar. Sadece bekliyorlar. Beklemek burada pasif bir direniş gibi görünse de zamanla bir içi boşaltılmışlığa dönüşür.
Estragon her gün ayakkabılarını çıkarır.
Vladimir her gün şapkayla oynar.
Hepsi saçmadır.
Ama her tekrar, bir devam etme kararıdır.
Direniş, o saçmalığın ortasında aklı yitirmeden kalabilmektir. Her gün aynı günü tekrar yaşarken, hâlâ “yarın” diyebilmektir. “Belki gelir” diyebilmektir.
Ve eğer gelmezse bile, “ben vardım” diyebilmektir.
Bu yüzden “Godot’yu Beklerken”, bir yandan da direnişin nasıl söndüğünü anlatan bir metin oluverir.
Direniş, sadece beklemekle olmaz. Aksi halde, tıpkı Vladimir ve Estragon gibi, sonsuza kadar aynı yerde dolanıp dururuz. Direniş bazen yürümektir, bazen hayır demektir, bazen gitmektir. Ama en çok da karar vermektir.
Vladimir ve Estragon’un yapamadığı tam da budur. Karar vermek. Onlar beklemeyi seçerler ama bu bir tercih değil, bir zorunluluk mu olur zamanla? Çünkü dışarısı daha belirsiz, daha korkutucudur. Bu anlamda “Godot’yu Beklerken”, aşkın, tutkunun, sevginin ve direnişin çürüme halini de gösterir. Kararsızlıkla, eylemsizlikle.
Sevdiğin birini beklediğinde, ona inandığın için mi beklersin, yoksa gelmeyeceğini bilip kendini ikna ettiğin için mi? Bir dönüşüm, bir hak, bir değişim beklendiğinde; beklemek bir duruş mudur, yoksa sadece zamanı öldürmek mi?
Kuşkusuz Beckett’in en büyük başarısı, bu soruları yanıtlamaması değil, ‘hiç durmadan sormasıdır’. Belki de bu yüzden Godot hâlâ gelmiyor. Çünkü biz hâlâ hazır değiliz…
Varoluşun kenarında, Godot belki hiç gelmeyecek. Ama sen hâlâ sorular soruyorsun. Ve bu başlı başına bir direniş.
Şimdi sana soruyorum: “Godot’yu daha ne kadar bekleyeceksin?” Yoksa artık kalkıp kendi yoluna mı gideceksin?

Tuba Ayşe Özgür. 1993’te Communication Art’s Studio’da yaratıcı yazarlık eğitimi, 1994-1998 yılları arasında Çisenti Sanat Topluluğu ve Postüla adlı tiyatro gruplarında oyunculuk ve oyun yazarlığı eğitimi aldı. Kurucusu olduğu Komite Reklam Ajansı’nın yanı sıra çeşitli ajanslarda reklam yazarlığı yaptı. Bu süreç boyunca çeşitli dergilerde de görev aldı. İçerik yazarlığı, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü gibi pozisyonlarda, yazıları yayınlandı. Kurucusu olduğu Atölye Bütünsel Edebiyat’ta koordinatörlük yapıyor. Büyü Bozumu, Benim Kalbim Dikdörtgen adlı romanlarının, İçime Karga Uçuştu öykü kitaplarının yazarı.