Alev Toparlı
“Seni kaplayan, sana ulaşmayı zorlaştıran zırh gibi kabukların var” dedi adam.
“Evet” dedi kadın, “Yaralarım o kadar acıttı ki canıma kabuk bağladım, öyle herkese açamıyorum kendimi.”
“Ben nasıl savaşacağım ördüğün duvarlarla, nasıl incitmeden açacağım o kabuklarını?”
“Bilmiyorum” dedi kadın. “Bilmiyorum, ben artık güvenemiyorum kimseye, hayata bakışım değişti, her şeyi sorgular oldum.” Anlık bir duraklamadan sonra çatlayan sesiyle konuştu, “Biri bana yaklaştığında istemsizce örülüyor duvarlarım. En yakınımdakileri bile sorgular oldum. Bana yapılan her davranışın, her sözün art niyet taşıyıp taşımadığını düşünüyorum.”
Adam kadını inceledi bir müddet, kızıl kahve saçlarının karışık dalgaları yuvarlak yüzünü çevreliyordu. Yüzünde makyaj yoktu ve gözleri derinliklere bakar gibi dalgın dalgın bir noktaya kilitlenmişti. Koltuğunda her an kırılacak bir porselen gibi oturan kadına:
“Beğeniyor musun peki kendini, davranışlarını?”
“Belki” dedi kadın, yüzünden geçen anlık acı hissin ifadesini okudu adam, anlayışla kafasını salladı.
“Çok incinmişsin sen.”
“Çok incindim, çok kırıldım, sevgisizliğin içindeyim ben, güzele dair, iyiye dair bir şey göremedim ki!”
“Beklentin ne peki benden?”
“İyileştir beni,” dedi kadın.
“İyileşmek istiyor musun gerçekten?”
“Çok yorgunum, savaşmaktan yoruldum artık,” dedi kadın.
“Savaşma o zaman, bırak hayat doğal akışında aksın.”
Koltuğunda rahatsızca kıpırdadı kadın. “Anlamıyorsun beni.”
“Neden anlamadığımı düşünüyorsun?”
“Çünkü savaşma dedin, savaşmasam ne düzelebilir ki?”
“Belki de seni yoran, bezdiren devamlı savaşmalıyım, düzeltmeliyim, uğraşmalıyım diyen o iç sesindir.” Kadının gözleri büyüdü, dalgın bakışları adama yöneldi, şaşırmışçasına baktı.
“Beni yanlış anlama!” dedi adam. “Hayat bazen bizim düzeltemeyeceğimiz şekilde de akabilir. Her zaman müdahale edemeyebiliriz. Bazen olaylara göre tavır alırsın, gidişatı düzeltemiyorsan, olaylardan yara almadan çıkmaya çalışırsın. “Kadın bugün gelirken hiç böyle cevaplar alacağını düşünmemişti. Koltuğunda rahatsızca kıpırdandı. Kafasındaki kalıpları darmadağın eden sözleri hiç beklemiyordu ki, ellerini ovuştururken, çaresizliği de yüzünden okunuyordu. Öfkelendi bir anda sesini yükselterek:
“Sen ne biliyorsun ki! Benim yaşadıklarımın hangisini yaşadın, hangisiyle savaştın? Tutunamıyorum ben, artık tutunamıyorum hiçbir şeye, kimseye ait hissetmiyorum kendimi.” Ne zamandır kurumuş göz pınarlarından akıyordu gözyaşları, eliyle sildi gözlerini, karşısında ona bakan adama dikkatle baktı.
“Bak!” dedi adam “Sana bir şey göstereceğim.” Sonra kadına geniş odanın açık duran teras kapısını işaret etti.
“Orada çok özel bir şey var, görmeni istediğim.” Kadın merakla başını işaret edilen terasa doğru çevirdi.
“Ne var ki orda?”
“Hadi gel,” dedi adam, kadının yanına gitti. Birlikte terasa doğru yürüdüler. Adam içinden dualar ediyordu, “Bu kaçıncı görüşmemiz, lütfen bu sefer işe yarasın.”
Terastaki zemin beton taşlardan oluşuyordu. Kadına iki beton parçasının ortasında, duvarın içinde büyüyen, incir fidesini gösterdi.
“Bak bu incir çekirdeği zamanında buraya düşmüş, sonra kendisine hayata tutunacak bir alan bulmuş. Şimdi büyümekte olan bir fidan, ağaç olma yolunda ilerliyor. Görüyorsun değil mi? İşte hayat böyle bir şey, bazen bizi sıkar, canımızı acıtır ama günün birinde her şey geçer. Sen de kabuklarını kırmalısın, hayata, insanlara bir şans vermelisin. Yüklerini taşıma, olduğun gibi kabul et kendini. Sen değerlisin unutma bunu, senden bir tane daha yok bu dünyada. Ne zaman kederlensen, ümitsizliğe düşsen gökyüzüne bak ve düşün, sonsuz seçenek seni bekliyor. Bu fidancık gelsin aklına, hayata tutunacak alanı her zaman bulabilirsin.”
Kadın fideye umutla baktı, belki de hayat her hâliyle yaşanmaya değerdi. Belki de burası artık ona iyi geliyordu, sanki kabuk bağlayan yüreğinin kabuğu çatlamıştı. İçinde filizlenen ümitle seslendi; “Haftaya yine aynı saatte mi geleyim doktor bey?”


