Kendi Hayatına Misafir Olmak
Fantastik edebiyatın kraliçesi Nazlı Eray, 60’ıncı sanat yılında okurlarını sarsıcı bir metafor-romanla buluşturdu. Everest Yayımları’ndan çıkan Hayatımın Müsveddesi ’nde, geceleri yazılıp sabahları okunamayan tomarlara karalanmış anılar, düşler, hayaller, buruk ama cümbüşlü bir geçit yapıyor. Nar tanesindeki şehirler, kahkahalarla dolu bir cenaze, güvercine dönüşüp uçan apartman kapıcısı Mösyö Hristo, öldükten sonra ruh çağırma seanslarında işe başlayan Ali; hatta Pirandello, Paganini ve Cahide Sonku, kahramanımızın müsveddelerinde buluşuyor.
TUBA AYŞE ÖZGÜR

“Gerçek dediğimiz şey, belki de en büyük hayaldir.”
Bazen bir kitap elinize geçer ve daha ilk sayfadan sizi geçmişinizin tozlu odalarına fırlatıverir. Öyle bir duyguya kapılırsınız ki, sanki yazar değil, eski bir dosttur anlatan; uzun zamandır görüşmediğiniz ama bir araya gelince hiç kopmamış gibi hissettiren biri. İşte Nazlı Eray’ın Hayatımın Müsveddesi tam da böyle bir kitap.
Yıllardır onun kitaplarını okuyan biri olarak biliyordum zaten: Nazlı Eray’ın dünyasında gerçek diye bir şey yoktur, daha doğrusu büyülü gerçekçilik gerçek gerçekliktir.
Rüyalar, hayaller, geçmişten fırlayıp gelen karakterler, hiç yaşanmamış ama yaşanmış gibi içimize işleyen sahneler… Bu kitapta da hepsi var. Ama
Kitabın adı bile insanın içinde bir şeyleri titretiyor. Hayatımın Müsveddesi. Kulağa biraz kırık, biraz yarım, biraz da içten geliyor, değil mi? Sanki özenle yazılmış ama sonra buruşturulmuş bir sayfa gibi. Nazlı Eray, kendi hayatına dönüp bakarken bunu süsleyip püslemiyor, aksine, yaşadıklarının müsveddesini olduğu gibi, o çiziklerle, o lekelerle bırakıyor önümüze.
Ankara’dan başlıyor yolculuğuna; çocukluk, gençlik, ilk aşklar, yazarlığın ilk sancıları… Arada Paris’e uğruyoruz, İstanbul’un sokaklarına, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı anlara. Ama her sahnede hissedilen tek bir şey var: Nazlı Eray, geçmişiyle konuşuyor. Hem de açık açık, saklamadan, gocunmadan, bazen gülerek, bazen iç çekerek.
Kitap boyunca zaman kavramı adeta buharlaşıyor. Bir bakıyorsunuz 1970’ler, bir cümle sonra bugünün içindeyiz. Ölmüş insanlar yaşıyor, yaşayanlar sanki çoktan gitmiş gibi. Ama garip bir şekilde bu geçişler sizi hiç rahatsız etmiyor, çünkü Nazlı Eray’ın yazısında her şey çok doğal. Geçmişle gelecek, rüya ile uyanıklık arasında dolaşmak onun kaleminde sıradan bir yürüyüş gibi.
Bazı bölümlerde öyle cümlelerle karşılaşıyorsunuz ki insanın boğazı düğümleniyor.
“Bazı insanlar geçip gidiyor, ama içimizdeki yerlerini boşaltmadan…”
İşte bu yüzden okurken kendinizi sadece onun değil, kendi hayatınızın da müsveddesine bakarken buluyorsunuz. Ne çok insan geçmiş bizde iz bırakmadan. Ne çok anı yaşanıp silinmiş ama bir bakışta, bir kokuda, bir sokakta aniden geri gelmiş.
“Hayatımın Müsveddesi” sadece bir anı kitabı değil. Bir kadın olarak, bir yazar olarak, bir insan olarak hayata tutunmanın, düşmekten korkmadan yürümeye devam etmenin hikayesi. İçinde aşk var, hüsran var, edebiyat var. Ama her şeyden çok, cesaret var.
Nazlı Eray bize süslenmiş, cilalanmış bir hayat hikâyesi sunmuyor. Aksine, eksiklerini de, hatalarını da, deliliklerini de, çocukça hayallerini de önümüze seriyor. Sanki “Bakın,” diyor, “Ben de sizin gibiyim. Ne fazlam var, ne eksiğim.” Ve bu samimiyet insana çok iyi geliyor.
Kitap bittiğinde bir süre kalakalıyorsunuz. Çünkü sadece Nazlı Eray’ın değil, kendi müsveddenizle de yüzleşiyorsunuz. Neyi eksik bıraktım? Hangi anıyı buruşturup attım? Hangi duyguyu hiç yaşanmamış gibi sakladım?
Ve sonra şöyle düşünüyorsunuz:
Belki de hepimiz, müsvedde bir hayatın içinde en güzel cümleyi arıyoruz.


