Şehnaz Orhan
Sesi adeta köpürürdü evin içinde. Zamansız, aniden, belirsiz ve korkutucu… Odaya saklanırdım hiddetinden. Dalgaların kıyıyı dövmesi gibi kulaklarımın içine dolardı gümbürtüler.
“Duvarlar çok ince konu komşu hep bizi dinliyor yavaş biraz,” diyen cılız kadın sesi duyulmaya çalışırdı aralarda. Yorgun, bıkkın, üzüntülü…
Annemin çabası beyhude. Susmamacasına bir şekilde, dedikleri yarım yamalak, anlaşılması güç bağırıp dururdu, gücün sadece bu olduğunu zanneden adam. Babam… Öfkeli, küskün, takıntılı, suratından her zaman düşen bin parça… Sürekli iflas eden, yıkık duvarlarıyla harabeye dönmüş bir şekilde, bağırmayı bir halt zannederdi hep. Duymamak için çaba göstersem de, bazen gündüz o yokken bile yankılanırdı kulaklarımda hayalet öfkeleri. Yaşadıklarının intikamını, sadece bizleri de içine almak ve bu bataklığa sürüklemek amaçlı yaptığını düşünürdüm. Bilirdi bence kendisine göre ihanet sayılacak şeylerin düzelemeyeceğini, verdikçe alamayacağını, aslında dolandırılmak arzusunun saf görüntüsüyle maskelemek şeklinde saklanamayacağını…
Hiç de bilemeyebilirdi tabii tüm bunları. Onun ne düşündüğünü tahmin etmeye kafa yormak, ne zaman içindeki duvarları yıkmak istercesine öfkesinin çıkacağını bilmeye çalışmak, akşam eve döndüğümüzde onu tedirgin bir halde bekleyişimizle sarıp sarmalanmak, bizim yazgımız gibiydi adeta. Abim, annem ve ben her an terk edilecek küçük kedi yavruları gibi büzüşürdük içimizde, onu beklerken. Kapıda dizilip babamı karşılarken hepimizin tek odaklandığı şey, içeriye nasıl gireceği olurdu. Ciddi ama karamsar mı, suskun ama öfkeli mi, suratsız ama bitkin mi… Ortakları, dostları gene ihanet etmişler miydi? Paramız var mıydı yok muydu? Tüm bu sorular annemin yaptığı yemeklerin lezzetli olup olmadığından ya da abimin okulda teneffüste oynadığı maçta atamadığı golden ve benim derslerimdeki başarımın düşüşünden bile daha önemliydi. Oysa ki babamın zihnini okumaya çalışmasak; yemekte lezzetli olurdu, abim de gol atardı, benim de sınavlarım iyi geçerdi. Sessiz bir şekilde ayak uçlarımızda yürürken, müziğimizi kısarak dinlerken, bütün problemlerimizi içimizde yaşarken onun umurunda bile değildik aslında.
“Gözünüzü seveyim babanızı kızdıracak bir şey yapmayın, kasıp kavurmasın gene,” diyen annemin çekinerek ona bir şeyler anlatması, onun gürültüsünün daha da duyulması için babama sunulan imtiyazlardı aslında. Babam, içindeki duvarları yıkmakla o kadar meşguldü ki ne köpürmesinden utanır ne huzursuzluk verdiğini düşünür ne de kendini kontrol etme derdine düşerdi.
Hep bir arada bulunulan dedemlere gittiğimiz bayramlarda bile asık suratlar, sessizlik ve kontrol herkesi basardı. Hacı dedemle çocukları arasındaki soğuk mesafe özellikle buralarda hepimizin dikkatini çekerdi. Mesih oymuş gibi tüm dini sırtlanmak sorumluluğu, insanlar içinde sanki sadece dedeme verilmiş gibiydi. Namaz saatleri hiç kaçmaz, hacı babasıyla birlikte bütün çocuklarda yanında secdeye varmak zorunda kalırlardı. Dedemin ne çok güldüğüne ne ağladığına ne de fazla konuştuğuna şahit olmuşumdur. Edep önemliydi, aşırılıktan kaçmak farzdı, coşku diye bir kelime lügatta bile yoktu adeta. Erken tarihlerde yapılan göçün utancı, toprakların bırakılması, hatta kaçarak gelmeleri evin içinde hep gölge varlıkların dolaştığı hissini verirdi bana. Bir yerlerden memleketlerine ait birileri çıkıp gelecek, onları eski atalarına geri götürecek gibi hep bir hüzün rüzgârı eserdi hacı dedemlerde. Oysa koca bir memleket kaybedilmiş, onlarda sanki analarını terk etmiş kadar yaslı ve itilmiş halleriyle, sessiz çığlıklarını sadece kendileri duyarlardı. Babaannemin çocuklarına karşı, gururlu hatta kibirli sayılacak zayıf kol kanat germesiyle babalarına ulaşamamanın yalnızlığı ve yoksunluğu, adeta birbirlerini büyüten çocukların arasındaki aileye yaranma ve göz önünde bulunabilme çabaları, onları da yorgun, öfkeli, ispatlama mücadelesinin içinde zaman zaman acınası hallere itmişti belki de.
“Ulan emanete hıyanet edilir mi, sen neden başında durmadın tavukların, kıran girmiş hastalıktan hepsine, battık ulan battık!” deyip amcama bağıran telefon konuşmalarına, bir yenisi daha eklendi. Amcam ve onun çocukları için yaptığı fedakarlıkların ödülünün bu mu olması gerekirdi diye gene köpürüp durdu babam. Bilmem bu kaçıncı işti, bilmem bu kaçıncı hayal kırıklığıydı, bilmem bu kaçıncı aynı insanlara güvenmekti. Bütün gece arka arkaya yaktığı sigaralarla adeta sevişirken, “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,” şarkısını radyosundan dinler oldu, ya da kendi kendine yarı alkollü mırıldandı yalnızlığında.
Gecelerden bir gece telefon geldi çok uzaklardan, annem pencere başında babamın gelmesini beklerken. Gecenin üçünde. “Acı acı çalan telefon,” denmesinin sebebinin ne olduğunu sanki o an anlamıştım. Acı acı çalan telefon, acı acı bağıran annem, acı haberin ne olduğu hakkında ne söylense bile kelimelerin kifayetsiz olacağını düşünen abim ve ben.
“Cesedi teşhis etmeye gelmeniz gerekiyor,” diyen robotik sesin söylediğini bize tekrar eden gözleri fal taşı gibi açılmış annemin sararan suratı…
Annemle birlikte morga gittiğimizde amcamla kavgaya tutuşarak hayatını kaybetmiş babamın cesedine baktık sessizce. Yedi kardeşten en sevdiği tarafından öldürülmüş olan babam, belki de yukarıdan kendini seyrederken gerçek ihanetin ne olduğunu anlamış olabilirdi, kim bilir?
Ağlayamadık bile, halen bize kızacakmış gibi. İlk kez babamın dingin ve sessiz görüntüsüne baktık üçümüz birlikte. Yüzünün sakinliğine, duvarlarının tamamen yıkılmış haline ve hiç alışık olmadığımız durağanlığına. Onun “Ahmet Yavaşlar”, olduğunu teyit eden annemin ardından, kafası açılmış beyaz örtüsü başına örtüldü. Gene ayaklarımızın ucuna basarak ve biz de kimseye şikâyet etmeyerek ve halimize ağlayarak sessiz bir şekilde ayrıldık oradan.

Şehnaz Orhan, Bursa doğumlu. Evli ve iki çocuk annesi. Psikoloji ve edebiyat, hayatında her zaman en sevdiği alanlar arasında yer aldı. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu ve aynı üniversitede İşletme yüksek lisansını tamamladı. Psikolojiye olan ilgisi nedeniyle İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında yüksek lisans yaptı; ayrıca ICF onaylı koçluk yetkinliği kazandı. Halen Bursa’da bir patoloji laboratuvarında yönetici olarak görev yapıyor. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Lisans Programı’na devam ediyor. Yaratıcı ve ileri düzey yazarlık atölyelerinde eğitimlerine devam ediyor ve kolektif kitaplarda öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor.

