Haziran sayımızda “Sevmek ve Direnmek” temasını işlemeye karar verdiğimizde; zihnimde kişinin her ne çeşit sevgi duyarsa duysun, üzerine gelen o cesur hali anlatma gayesi oluştu.
Yazılarımı Rüya Atlası’ma işlediğim için, kahramanımın rüyalarından yola çıkmak istediğimi bu köşeyi takip edenler artık biliyor.
Usta yazar Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı eserini seçme nedenim kahramanı Şeküre’nin rüyalarının ve rüyaymış gibi anlattığı hayallerinin taşıdığı bireysel ve toplumsal anlamlar ile ona aşık iki karakterin Kara ve Hasan’ın zıtlıklarla dolu sevgi şeklidir.
Şeküre’nin rüyaları, onun iç dünyasını ve yaşadığı dönemin zorluklarını yansıtır. Bu rüyalar hem bireysel arzularını hem de toplumsal baskıları simgeler. Onun karakter gelişimini ve hikâyenin ilerleyişini etkiler.
Roman boyunca resme, minyatüre, nakşa, güzel kitaplara sevgi duymuş şahların, nakkaşların geleneğe direnen sevgisi:
Yavaş yavaş unutulan sevgilinin yüzü, yüzünün frenk usullerinde nakşedilmesi ile hatırlanacak olabilmenin cezbesi; Kara’nın Şeküre’ye ve resme duyduğu bitmeyen aşk ve Cesur Şeküre’nin tüm açmazlara direnmesi bizi sevmek ve direnmek ekseninde bir uçtan diğerine yöneltir.
Orhan Pamuk, bu aşkı romantizmin yanında bir varoluş ve direniş biçimi olarak sunar.
Şeküre’nin sevgisi, onun kendini gerçekleştirme şeklidir. Kara’nın aşkı geçmişle, gelecekle, sistemle boğuşur, yüzleşir. Bu aşk hem içten bir bağlılık hem de dış dünyayla bir mücadeledir. Kara roman boyunca aşkında direnir.
Şeküre’nin rüyaları, içsel dünyasını, özlemlerini ve korkularını yansıtır. Rüyalar doğrudan ve detaylı anlatılmaz, ama rüyaların yanında hayaller aracılığıyla onun isteklerini göz önüne serer, derinleştirir.
On iki yıl önce İstanbul’da çocuk yaşta teyzemin kızına âşık olmuştum. İstanbul’u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bozkırlarında, şehirlerinde gezer, mektup taşır, vergi toplarken sevgilimin yüzünü yavaş yavaş unuttuğumu fark ettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını anladım. Yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün sevgilimin yüzü olmadığını biliyordum. Altıncı yılda yanlış hatırladığım yüzü sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak hatırladığımı biliyordum. On iki yıl sonra geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım.
Kara’nın çocukluk aşkı Şeküre’nin babası Enişte’nin onu Padişah için gizli bir kitap hazırlamak üzere çağırmasıyla serüven yeniden başladı. Bu unutuluş ve geleceğe iz bırakma, hatırlanma macerası yüz yıllık bir mücadele sonucu yenilecekti. Minyatürlerdeki gibi idealize edilmiş bir figürün değil, batılı resim sanatının tıpkısı çizimlerin ihtimalleri ve günahı arasında nakkaşlar sanatlarını hem seviyor hem onun geleceği için direniyordu. Enişte “Her resim bir hikâye anlatır,” demişti. “Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez.”
Kara bu sohbette Venedik’te gördüğü yüz resimlerinden bahseder. Bu resmin bir hikayeyi süslemek için yapılmadığını asıl kendisinin bir hikâyesi olduğundan bahseder. “O resim sayesinde o beyi kalabalık içinde bulup çıkarabilirdim” dedi. “Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni.” “Başka türlü nakşetmek, başka türlü görmek midir?” dedi Enişte.
Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre’nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Şeküre’nin yüzünün İtalyan üstatlarımızın usulleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, sevgilimin yüzünü hiç hatırlamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim.
Çünkü içinizde kalbinize nakş eylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir.
Sevmek daha güzel anlatılamazdı herhalde. Kurtuluş Savaşı’nın adsız kahramanlarının aşkını, vatan sevgisini ve köle olmamak için ölümüne direnişini anlatan dizi Vatanım Sensin geldi aklıma. Azize Cevdet’e “Vatanım sensin” diyordu. Sevgilinin gönlünde bir ev kurmak ve direnmek ne büyük duygu.
Mutlulukve resim. Bir zamanlar burada kitaplar, kalemler ve resimler arasında çok mutluydum. Sonra âşık oldum da bu Cennet’ten kovuldum. Rüyalarımda sık sık yanımdaki kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve “beş para etmez herifin tekiyim” fikri Şeküre’den bana mirastır.
Kara Şeküre’yi 12 yıl sonra; o atının üzerinde, Şeküre ise penceredeyken gördü. Aynı Hüsrev’in Şirin’in penceresinin altına geldiği o binlerce kez resmedilmiş halindeki gibi. Bu buluşma Şeküre’nin eseriydi, aynen Kara’nın ona çizip verdiği minyatür resimdeki gibi bir hayal an yarattı Şeküre.
Hüsrev ile Şirin’in hikayesinde bir an anlatılır. Şapur ikisini birbirlerine âşık etmeye niyetlidir. Şirin’in nedimeleriyle gezdiği ormana Hüsrev’in bir resmini asar, Şirin bu yakışıklı Hüsrev’e resmini görerek âşık olur. İşte kitapta Kara’nın bu resimde Hüsrev ile Şirin yerine kendilerini çizdiğini anlatır Şeküre.
Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı da bir tek ben anlayabilirdim, çünkü beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi. Ben maviler içinde, kendisi de kırmızı olurdu.
İşte burada Şeküre okuyucusuna dönerek “Belki de benim şu hikayemi uzaklardan biri dinleyecektir” der. “Kitaplara geçme isteği bu değil mi?”
Tam da bu noktada ne kadar cesur bir kadın olduğunu anlarız onun.
Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yılardır bakar, içlerinde hep kadınları ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine bakarlar. Erkekler, savaşlar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz.
“Ucuz kitaplardaki aceleci ressamların dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözü yere, sevgiliye bakmaz da doğrudan okuyucuya bakar” der. “Kimdir baktıkları o okuyucu” diye düşünür. Kim bilir belki de bizizdir.
Şeküre özgür ruhlu bir kadındır. Babasının seçtiği bir erkekle evlenmez. Kendi görüp beğendiği bir sipahi ile evlenir. Maalesef kocası dört yıldır gittiği seferden dönmemiştir. Kayın biraderi Hasan onu beğenir ve evlenmek ister ama Şeküre babasının evine döner, Çünkü Şeküre’ye güvenmez ve miras bölünür diye abisinin kadı gözünde öldüğünü kabul etmeye razı gelmezler.
Şeküre babasına “Kocamın öldüğünü dün rüyamda gördüm” dedi… Ama bu rüyayı gerçekten görmüş bir kadın gibi ağlamadım.”
O zamana kadar öldü sayılmayan kocasını Şeküre rüyasında ölü gördüğünü anlattığında herkes bunu benimsedi. O zamana kadar kocasının öldüğüne kendi de inanmıyordu. Kocasının yokluğunda tek başına ayakta durabilmiş, toplumun kadınlara dayattığı sınırlara direnmişti. Bu direniş gücünü çocuklarına olan sevgisinden almaktaydı. Onların zarar görme endişesiyle rüyalarında onları tehlikelerden koruduğunu görür, huzurlu bir evde yaşadığı sahneler hayal ederdi.
Dönmeyen kocasının yaşıyor mu yoksa ölü mü olduğu belirsizdir. Bu durum onun zihninde korkutucu rüyalar yaratır; kocasının hayaletiyle ya da acı dolu dönüşleriyle karşılaştığı kabuslar görür. Hem Kara hem Hasan’a dair çelişkili duygular yaşar. Bu ikilik, rüyalarında tutku ile korku arasında gidip gelen imgelerle ortaya çıkar.
Tüm bu karmaşaya rağmen romanda kaderine hükmeden tek kişi Şeküre’dir. Tüm o sanatçılardan, nakkaşlardan daha cesurdur. “Kendi resmimin yapılmasını isterdim” der. Bir de “Mutluluğun resminin yapılmasını” ister. Bir anne ve iki çocuğunun olduğu bir resim olarak tarif eder onu.
Çevrenizdeki seven kadınlara bir bakın orada kocaman, sessiz bir direniş göreceksiniz.
Arzu Kurt, Karabük doğumlu, evli, iki çocuk annesi. İstanbul’da yaşıyor. Denize ve kitaplara aşık. Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Bir kamu bankasında şube müdürü olarak rakamlarla geçen yılların ardından emekli olup kelimelere yöneldi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde başladığı ikinci kariyerinde kolektif kitaplarda altı öyküsü ve iki dergi yazısı yayımlandı. Yazı yolculuğuna Suaremag’da devam ediyor.
Hayal edilmiş olmam düş olduğumu mu kanıtlar, gerçek olduğumu mu? Üstelik ben de düş kurabiliyorum hatta kurgu yazıyorum. Bu beni gerçek, karakterlerimi düş mü yapar? Yoksa zamanda aynı anda üç noktada da bulunabiliyor muyuz?