Mahinur Çenetoğlu
Burası hastanenin acil servisi. Kim getirdi onu buraya? Hatırlamıyor. Bekleme alanındaki ışık, derisini ince bir buz kabuğu gibi kapladı, sanki sandalyenin altında bir boşluk açıldı. Bedeninin ağırlığının yarısı masmavi sulara ve dalgaların içine, diğer yarısı da taş, toprak ağır bir duvarın arkasına sızdı. Hareketsiz duruyor. Gözlerinde başıboş sinekler uçuşuyor küçük küçücük. Koca gece, cebinde unutulmuş bir çiviye dönüşmüş, batıyor canı yanıyor, ama yerini tam olarak bilmiyor.
Yattığı yerden floresanın ışığı yanıp yanıp sönüyor. Gözlerini kapattı. Buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı. En son gördüğü gözlerinin içini giren o arabanın farlarının keskin ışığı ve acı bir fren sesiydi. Ellerini ayaklarını kıpırdatmaya çalıştı. Sanki su yatağının içindeymiş gibi sağa sola doğru sallandı, boşluk içerisinde yuvarlanacakmış gibi yatağın yanlarına elleriyle tutundu. Parmaklarının ucundaki karıncalanmayı hissetti. Yoksa felç mi geçiriyorum aman Allahım diye sessiz bir çığlık attı. Etraf pır pır yanıp sönen floresan ışığının aydınlattığı kadardı.
Burası bir hastane, ben nasıl oldu da geldim buraya? Hayıflanarak karıncalanan parmak uçlarını ağzına götürdü, dudaklarının üzerinde dolaştırdı. Hissizdi. Galiba öldüm ben, diye düşündü. Öldüm, burası da sanırım geçiş bölgesi; birazdan dört kolluyla beni buradan alacaklar doğru aşağıya, morga, sonra da gasilhaneye götürecekler. Yıkayacaklar biliyorum tabii bembeyaz sabunlarla köpürte köpürte. Sonra da… Hayır! Sonrada o pamuk evet o pamuk. Sus sus saçmalama sen ölüsün, hiçbir şey hissedemezsin ki ölüsün. Ama bunları nasıl düşünüyorum. Ölüler düşünemezler ki! Ölü değilim ben, istemiyorum pamuk falan, ayaklarımı neden oynatamıyorum. Kalp atışımı ağzımda duyuyorum. Çok korkuyorum. Bağırmak istiyorum sesim çıkmıyor. İmdat, imdat, İmdat! Yardım edin yardım!
Ağlama, kocaman adamsın ne olmuş olabilir kaza geçirdin işte, hatırla o telefona gömülüp yürürken araba sana geldi vurdu. Sen de iki seksen uzandın yere, hatırla, hadi hatırla. Başım, başım da çok ağrıyor. Kafayı mı çatlattık acaba? Tabii canım kafam asfalta çarptıysa, e koca gövde yüz yirmi kiloluk gövdeye araba çarptı hop uçtun gittin asfalta kafayı gömdün. Bilincin kaymış, senin hayatın kaymış ulan! Nefes alamıyorum, nefes alamıyorum! Burası çok kuru, takır takır kuru, cam açın biraz. Ölüyorum diyorum size ya da öldüm! Elimi bir uzatsam şuralara bir yerlere, belki oradan bir alet alabilirim. Neredeler hiç kimse yok mu? İmdat beni burada unuttunuz mu? İmdat diyorum laaan! Bir şey batıyor böğrüme, çivi mi o? Birisi mi var orada? Allahım gözlerimi kapatsam gider mi ki? Elindeki ne öyle? Gelme üstüme diyorum gelme! Kıpırdayamam, kıpırdamıyorum ki… Zaten bacağım çatlak, kafam çatlak. Gelme kıştt kıştt, git git ben ölüyüm!
Kapı gıcırdayarak sonuna kadar açıldı. Soluğu kesilmiş yatakta hiç kıpırdamadan yatan hasta gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Dudakları kıpırdıyordu. Büyük ihtimalle kelime-i şehadet getiriyordu. Elinde bir kağıtla içeriye giren beyaz önlüklü birisi; doktor ya da hizmetli anlayamadı, bunu imzalamanız gerekli dedi. Hasta gözlerini hafice araladı. O arada önündeki ıslaklığı fark etmiyordu. Birden bir titreme oldu. Bir şey titriyor yatak mı? Yastık mı? Hasta asla kıpırdamıyordu. Gözlerini beyaz önlüklü adama dikmiş, donmuş kalmıştı. Telefonunuz, dedi adam telefonunuz titriyor. Hasta korktu, duymazlığa gelerek kıpırdamadı. Böyle beklerse her şey düzelecekti. O zaten ölüydü. Ağzında metal bir tat vardı bir bardak su olsa içer miydi? O anda floresan pat diye söndü. Kapının aralığından dışardaki otomatın cılız ışığı girdi odaya, ellerine baktı, tüm derisi pul pul kalkmıştı. Çığlık atmak istedi sesi çıkmadı. Görevli kâğıdı hastanın yatağının üzerine koyarak aceleyle odadan çıktı.
Kâğıt defalarca katlanmış köşeleri yıpranmıştı. Hayır bu hastanenin resmi kâğıdı olamazdı, biliyordu. O kadar da uzun boylu değil dedi. Kaldım ben hastanelerde, böyle laubali bir kâğıt vermez onlar, oralarda bu işler tıkır tıkır işler. Jilet gibi düzgün olur onların evrakları. Siz kimi kandırıyorsunuz siz bana bir oyun edip yoksa benim organlarımı falan mı çalacaksınız? Evet evet bu işte bir çapanoğlu var. Şu yataktan bir kalkabilsem. Göstereceğim ben size. Kıpırdayabilsem elbette deneyeceğim de olmuyor kımıldayamıyorum ki altımda da bir gölcük oluştu. Biraz önce Azrail geldi sandım ya. Saldım galiba Oradan yine bir ses mi geliyor. Yattığı odanın kapısına doğru kaçamak bir bakış attı, tek gözünü kapatmıştı. Boğazına biriken tükürüğü hırıltı ile yutmaya çabaladı. Kapının hafifçe aralanmasını beklerken altındaki gölcüğü biraz daha çoğalttığını fark etti. Ölüler de işer mi?
Kapı aralandı, koridordan beyaz bir gölge geçti köşede duran otomata doğru yürüdü. Beyaz gölgenin cebinde şıkırdattığı paraların sesini dinledi, gölgenin adımlarını saydı. Bir, iki, üç, dört sonrasında derin bir nefes aldı tuttu. Hâlâ kıpırdamadan gölcüğün içerisinde öyle yatıyordu. Tak diye bir ses duyuldu. Muhtemelen buz gibi bir kola kutusuydu. Nasılda susadım nasıl da dedi tırnaklarını yatağın kenarına geçirirken orada bir iz bıraktığından çok emindi ama göremedi. Elini yatağın kenarından yavaşça çekti, havaya kaldırdı. Kapının aralığından sızan ışıkta seçti koluna takılmış olan mavi bilekliği, kenarındaki etikette bir yazı vardı. Evet Allahım evet, ben öldüm tabii ya öldüm, koluma bileklik takmışlar. İşte bir de numara vermişler. Ne yazıyor bir okuyabilsem dedi. Ama bu ışıkta bunun hiç mümkünatı yoktu elini tekrar indirdi. Dışardan gelen seslere kulak kesildi. Hayır ya ölmedim ben, bak sesleri duyuyorum. Evet şu ayak seslerini de duyuyorum. Gayet ritmik bir şekilde sağ, sol, sağ, sol, sağ, sol. Gelmeyin diyorum gelmeyin! O anda odaya giren hemşirenin ışığı açmasıyla gözlerini kapatması aynı ana denk geldi.
“Geçmiş olsun, şükür kendinize geldiniz. Bir hafta uyudunuz, ama gayet iyisiniz ayrıca size arabayla çarpan adam da yakalandı. Korkmayın canım, zaten sondanız var bakın yatağınız da kupkuru. Hadi sizi biraz kaldıralım şimdi.”
Yatağın kenarında oturdu, dizlerini birbirine bastırdı. Etrafına uzun uzun baktı. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Kolundaki mavi bilekliğe baktı, yine mavi kalemle adı yazıyordu. Hayati Hayal. Mavi bilekliğe atılan düğümü açmak için hırsla çekti. Hemşire sakince bakıyordu bir hafta sonra uyanan hastalarda böyle çözülmeler olması çok doğaldı. Hayati Hayal, bileğinde adı yazılı hastane bilekliğini tek eliyle söküp atmak için olağan üstü bir çaba harcıyor, her seferinde tenine sürten plastiğin keskin kenarı canının yakıyordu.
Hâlâ buradayım, hâlâ bekliyorum, aslında ben uyanmadım ben ölüyüm, bunlar da yalan. Ben bir hafta uyudum öyle mi? Hepiniz yalancısınız. Ellerini uzatıp hemşireye dokunmak için ayağa kalkmayı düşünürken birden ortalık karardı. İmdat, imdat, ben öldüm mü imdat sesimi duyan yok mu imdaaaat!!!

Mahinur Çenetoğlu, Ankara’da dünyaya geldi. Otuz beş yıl beyaz yakalı olarak Milletlerarası Ticaret Odası’nda çalıştı. Profesyonel yazım hayatına 2020 yılında başladı. 2021 yılında Yaşar Kemal Anısına Öykü Halk Bilim Araştırması ve Şiir Yarışması’nda Öykü dalında “Bezgin Demokrat” isimli öyküsüyle finalist oldu. Beş kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. 2023 yılında Banliyö Kitap tarafından basılan ilk novellası “Aşkın Istırabı”, Ekim 2004’te Mahal Edebiyat tarafından basılan ilk öykü kitabı “Evlilik Fotoğrafını Kim Aldı” okurla buluştu. Distopya Dergi’de yazıları yayımlanıyor. Otuzdan fazla öyküsü çeşitli internet dergilerinde yer aldı.

