Melis Melek
Geçtiğimiz günlerde, dünyaca ünlü Louvre Müzesi’nin film sahnelerini aratmayan bir planla yalnızca yedi dakikada soyulduğu haberini izlediğim an, bu ayki yazı konum belli oldu: Paris.
Gerçi bu soygun olmasaydı da ışık ve gölge denilince akla gelecek ilk şehirlerden biri Paris olurdu. Zira ışık ve gölgeyi en güzel yansıtan şehirlerden biri Paris değil mi?
Geçmişten günümüze “La Ville Lumière – Işıklar Şehri” olarak anılan Paris, 17. yüzyılda, yaklaşık 1667 yılında Avrupa’da ilk sokak aydınlatma sistemine sahip şehir olmuştu. Ancak bu ışıklar, bildiğimiz elektrikli ampuller değildi; çünkü ampulün icat edilmesine daha en az iki yüzyıl vardı.
Paris’in ışıkları ve gölgeleri denilince akla elbette ilk olarak resim sanatı gelir. İzlenimciliğin (Empresyonizmin) öncülerinden Claude Monet’nin Gün Doğumu (Impression, Soleil Levant) adlı tablosu, bu akımın adını da vermiş. Monet, arkadaşları Pierre-Auguste Renoir, Frédéric Bazille ve Alfred Sisley ile birlikte, ışığın açık havada yarattığı etkileri parçalanmış renkler ve seri fırça darbeleriyle tuvale aktarmış; bu yaklaşım daha sonra empresyonizm olarak adlandırılmış.
Bu dönemde ressamlar, gölge ve ışığın anlık oyunlarını yakalayarak resim tarihine devrim niteliğinde bir yenilik kazandırmışlar. Seine Nehri üzerindeki ışık yansımaları ise bu akımın en sahici sahnelerini oluşturuyor.
Paris aynı zamanda fotoğrafın da başkenti. 1816 yılında Joseph Nicéphore Niépce’in odasından çektiği doğa fotoğrafıyla Paris, bilinen ilk fotoğrafa ev sahipliği yapmış. “Işığın yazısı” anlamına gelen photography = light writingkavramı da bu şehirde anlam kazanmış. 19. yüzyılda Paris, ışık ve gölgenin teknik olarak kayda geçtiği ilk şehir olmuş; Cartier-Bresson ve Brassaï gibi fotoğrafçılar kentin karanlık sokaklarını birer sanat eserine dönüştürerek Paris’i tüm dünyaya tanıtmışlar.
Ve elbette Paris, sinemanın doğduğu şehirdir. 1895 yılında Lumière Kardeşler’in icadı olan Cinématographe ile ilk film gösterimlerini Paris’te yapmaları, sinema tarihinin başlangıcı sayılıyor. O günden bu yana, Paris’te geçen sayısız aşk ve yaşam hikâyesi beyaz perdeye taşındı. Şehrin, hem sinema ışıklarının parıltısını hem de karanlık sokaklarının melankolisini içinde barındırması elbette bunda çok etkili…
Aşkın şehri Paris’i oturduğunuz yerden gezmek isterseniz; 22 farklı yönetmen tarafından çekilen ve 20 kısa hikâyeden oluşan “Paris, je t’aime” filmini izlemenizi öneririm. Film, aşkın her hâline bir saygı duruşu niteliğinde ve Paris’in hem romantik hem de gerçekçi yüzünü gösteriyor.
2002 yapımı “Amélie” filmiyle ise Audrey Tautou’nun canlandırdığı utangaç ama hayal gücü zengin garsonun peşine takılıp Paris’in Montmartre sokaklarını, metro istasyonlarını dolaşabilirsiniz. Film, renkleri ve müzikleriyle Paris’te yaşamanın kendine özgü hallerini büyüleyici bir sinema şiiri gibi yansıtıyor.
Paris denilince akla gelen bir diğer film de Woody Allen’ın yönettiği “Midnight in Paris” (2011). En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar kazanan bu film, aynı dalda BAFTA ve Altın Küre ödüllerine de layık görülmüştü, Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilmişti. Bir edebiyat şöleni niteliğindeki filmde, nişanlısıyla Paris’e gelen nostalji meraklısı Hollywood senaristi Gil (Owen Wilson) bir gece yarısı 1920’lerin sanat dünyasına zaman yolculuğu yapıyor. Bu büyülü yolculukta Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dalí gibi efsanelerle karşılaşıyor; hatta kendi romanı için ilham alıyor. Oyuncular ve karakterler açısından tam bir yıldızlar geçidi…
Paris, her zaman Doğu’dan Batı’ya uzanan sanat akımlarının kesişme noktası olmuştur. Louvre, Musée d’Orsay, Pompidou gibi müzeler ve sokak sanatları, farklı dönemlerin ışık-gölge anlayışlarını bir araya getiriyor. Paris sanatı yalnızca sergilemiyor; adeta onunla yaşıyor, onunla var oluyor. Paris, sanatın evrensel aynası diyebiliriz.
Paris denilince Notre-Dame’ın Kamburu’ndan söz etmemek olmaz. Victor Hugo’nun 1864 yılında yazdığı Notre-Dame’ın Kamburunu okumamış olsanız bile, Quasimodo’nun Esmeralda’ya duyduğu aşkı bilirsiniz. Hugo’nun bu karakterinden esinlenen Claude Monet, La Esmeralda adlı tablosuyla Paris Salon Sergisi’ne kabul edilerek sanat hayatına ilk adımını atmış. Notre Dame Katedrali’nin gotik kulelerinde geçen bu hikâye, aslında güzelliğin ve çirkinliğin, ışığın ve gölgenin en dramatik karşılaşmalarından biri.
Notre Dame’ın vitraylarından Eyfel Kulesi’nin gece parıltısına kadar Paris, baştan sona ışıkla şekilleniyor. Geniş Haussmann bulvarlarının taş cepheleri gün doğumu ve gün batımında ışıkla gölgesinin dansına sahne oluyor. Paris’in, gündüz zarafetiyle gece ışıltısı arasında bitmek bilmeyen ışık ve gölge oyunları yaşanıyor. Bu nedenle ışığın izinde, gölgenin peşinde bir rota çıkarmak isterseniz, Paris’i listenizin ilk sırasına almalısınız.
Ve elbette…Tüm bu filmlerin ardından, Paris’in modern bir masalını izlemek isterseniz “Emily in Paris” dizisi de bir seçerek. Filmin konusundan bağımsız olarak şehrin ışıkları yine sahnede, gölgeleri ise her zamanki gibi yerli yerinde…


