Melike Erdoğan
Yok olmak ya da var olduğunu hissetmek ve yaşamak…Yaşamak, doyasıya yaşamak… Mümkün değil. Nefesinin bir an için ağzından çıkacağını hissetmek. Tüm dünyanın yükünü, ağırlığını sırtında taşımak. Sıkılmışlığın içinde boğuşmak ve tüm zorluklara rağmen hayata sarılmak. Karanlıkların içinden çıkıp günün aydınlığına doğru yürümek…
Sınırsız duygularla mücadele ediyordu. Tam kurtuldum dediği sırada bir yenisi başlıyordu. Yorgun muydu? Düşündü… Uykusuz muydu? Hayır, hayır hiç birisi değildi. Erken yatmıştı fakat saatlerce yatakta dönmüştü. Bütün olumsuzluklara rağmen uyandığı zaman yorgunluğundan eser kalmamıştı üzerinde. Dinlenmişti, öyleyse bedenindeki ağırlığın, ruhundaki daralmanın sebebi neydi? Sürekli sorguluyordu kendini. Duyguları gece kadar ağır ve karanlıktı. Yaşadığı ikilemden kurtulmak istiyor fakat bir türlü beceremiyordu. Telefonun sesiyle irkildi. Kulaklarını tırmaladı ses. Hiç bu kadar itici, hiç bu kadar sinir bozucu gelmemişti bu ses. İğrençti… Telefonu eline alıp fırlatıp atmak istedi. Bakmamalıydı. Hayır hayır bakmalıydı. Boğulmadan, boğulmadan açmalıydı. Kendiyle mücadele verdi bir müddet. Sonunda ruhundaki gel-gitlerden sıyrılıp telefona uzandı. Ahizeyi yavaşça kulağına götürdü. Dinledi, nefes almadan sadece dinledi. Telefonu kapattığı zaman ruhundaki fırtınanın birden kesildiğini, soluğunun normal seyrine döndüğünü, ayaklarının yere bastığını hissetti. Tüm vücudu gevşedi birdenbire. Duyduğu sesler şimdi anlam kazanmaya başladı. Aldığı haber acıydı. Hem de çok acı.
Babası, evet babası… Yetişmeliydi. Son kez olsun ellerini tutmalı, gözlerinin içine bakmalı, soluğunu yüzünde hissetmeliydi. Yetişmeliydi… Bir damla suyu; kuruyan dudaklarına sürmeli, kuruyan boğazına damla damla akıtmalıydı. Bir damla, bir damla, bir damla. O an tekrar kendine geldi. Fakat ne o? Gözlerinden bir damla yaş dahi süzülmemişti. Yoksundu bütün duygulardan. Ağrıyı, sızıyı, acıyı, sevgiyi, sevilmeyi bilmezdi. Küçükken sıcak bir el, ellerini ısıtmamış, saçlarını okşamamıştı. Soğuk bir yurt odasında yastıklar; sırdaşı, arkadaşı olmuştu. Gözyaşları ile dost olmuştu karanlık gecelerde. Okuma uğruna evine veda ettiği günleri hatırladıkça içi titriyordu. Kelimeler boğazında düğümlenmiş yutkunamıyordu. Fakat ne ağlama, ne acı vardı yüreğinde.
Babasının kendini şehre götürüp “Oku ve kendini kurtar, kimseciklere muhtaç olma. Halil Ağa’nın oğlu okuyamamış da köye dönmüş diye söyletme,” dediğini hatırladı. Kalbinde bir sızı, bir batma hissetti ve o günü tekrar yaşadı. Damla damla akan gözyaşları, yalnızlığı, yurt odası, ranzası, ders çalıştığı, masası, sırası bir filmin kareleri gibi karmakarışık akıp duruyordu zihninde. Okumuştu. Evet, okumuştu ve babasının yüzünü kara çıkarmamıştı köyüne köylüsüne karşı. Fakat terkedilmişliğin öfkesiyle; hislerini, duygularını yok ederek okumuştu. Kızgındı hayatın akışına. Anne, baba onda bir hiçti. Çünkü sevgi ya da sevgisizlik adına hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Bu iki kelimeyi anlamlandıramıyordu. Soğuk yurt odaları yüreğini dondurmuştu sanki. Uzak, çok uzak duygulardı bunlar ruhuna. Kendini yapayalnız hissettiği yurt odalarında; gözyaşı dolu gecelerinde bu duygular hepten bedeninden akıp gitmişti sanki…
Ne zaman giyindi, ne zaman evden çıktı, ne zaman taksiye bindi, ne zaman yola düştü hiç farkında değildi. Taksicinin sesiyle kendine geldi, parayı uzatıp “üstü kalsın” dedi. Bir rüyadan uyanır gibi sendeleyerek indi. Kendini kalabalığın içinde buldu. Eş dost, akraba sessizce kapıda bekliyor, gözü yaşlı içeriden çıkanlar da kalabalıkta yerini alıyordu. Yetişmişti… Durup etrafa bakındı ve hiç kimseyle konuşmadan son görevini gerçekleştirmek için bir solukta merdivenleri çıkıp içeriye girdi.
Odaya girdiğinde babasını, loş bir odanın içerisindeki sedirde, üstü beyaz bir pikeyle örtülmüş halde buldu. Küçülmüştü sanki. Gözündeki heybetli babanın yerinde ufacık kalmış bir adam yatıyordu. Yadırgadı bu durumu. Yavaş yavaş yaklaştı ve başucuna doğru diz çöktü. Soluğunu yanağında hissetti. Kurumuştu dudakları, bir damla, bir damla, bir damla daha… Sonra yavaşça babasının ellerini avuçlarının içine aldı. Sıcaktı. Sımsıcak. Yüreğinin buzlarını eritecek kadar kuvvetli bir sıcaklık. Bu sıcaklığı hiç mi hiç hissetmemişti ömrü boyunca. Bu elleri hiç böyle tutmamıştı. Ruhunun derinliklerine kadar yayılmıştı sıcaklık… Tüm sıcaklığına rağmen sertti babasının elleri; kabuk kabuktu.
Seneler öncesine gitti birden… Babasının onu şehire; yatılı okula götürdüğü güne… Yine babasının ellerinden tutmuştu. Duraktan okula kadar ele ele yürümüşlerdi. Yine kabuk kabuktu o eller. Babasının yüreği gibi kabuk bağlayan, nasırlaşan elleri, sıcaklığını asla dışarı yansıtmıyordu. O zaman soğuk hissettiği eller şimdi daha bir sıcaktı. Elini parçalayacak kadar kabuk bağlamış, nasırlaşmış bu eller babasının elleriydi. Saban tutan, toprak işleyen, tohum saçan eller…Bir zamanlar çok güçlüydü bu eller. Ne yazık ki hiç bu kadar uzun dokunmadığı bu el; şimdi bir deri, bir kemikten ibaretti. Bir kor parçası gibi alev alev yanıyordu. Derin nasır çatlaklarından yayılan sıcaklık yüreğini hiç böyle ısıtmamıştı. Babası bu sıcaklığın onu ısıtmasına izin vermemişti. Sevgiyi, sevmeyi, sevilmeyi bu sıcaklık yoluyla onun bedenine, ruhuna yollamamıştı. Tutmamıştı elini sıcacık, almamıştı avuçlarının içine; işte o an kızmak istedi babasına. Öfkelendi. Soluk alışları değişti fakat hiçbir şeyin anlamı yoktu artık. Hasretle sarıldı babasının eline. Kabuklara, sıyrıklara, nasırlara rağmen. Okşadı… Okşadı… Okşadı… Sıcaklığın etkisi ile yüreğinin de ısındığını hissetti ve daha sıkı, daha sıkı tuttu ellerini. Yıllarca alamadığı sevgiyi almak ister gibi… Dudaklarına götürdü öpmeye doyamadı, üstünü örttüğü duygularına söz geçiremeden. Sonra babasının yanaklarından süzülen damlalar ruhuna ilaç gibi geldi.
Babasının küçülmüş bedeni, yıllarca veremediği, hep esirgediği sıcaklığı vermek ister gibi soğudu, soğudu. Sımsıkı tuttuğu elleri de soğudu… Soğudu… Geç de olsa ısınmıştı yüreği, tüm bedeni, tüm ruhu… Konuşmadan tek kelime etmeden. Yıllardır aradığı sevgiyi nasırlaşmış, kabuk kabuk olmuş babasının ellerin içinde bulmuştu. Gözlerinden süzülen iki damla yaş dilinde “babam” diyerek çığlıklara dönüştü. Çatlaklardan, sıyrıklardan akan sıcaklık, bedeninde can buldu. Kabuk bağlayan yürek çözüldü can oldu.


