Arin Sera
Eylül’ün sonlarıydı. Pamuk hasadının başladığı, tarlaların bir telaşla dolup taştığı zamanlar… Mevsimler birbirine karışmış gibiydi; yazın sıcak nefesi hâlâ toprakta, sonbaharın serinliği ise rüzgârda gizlenmişti. Herkes aceleyle bir yerlere koşuşturuyor, tarlalarda pamuk toplanıyor, yük arabaları bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
Ben, elimde küçük bir şişe suyla, yanımda havlayarak zıplayan sevimli köpeğimiz Luis ile yola çıkmıştım. Yol boyu Luis’in neşesiyle zıplıyor, ben de ona eşlik ederek şarkılar söylüyordum. Yol boyunca toprağın kokusunu içime çeke çeke yürüdük, sonunda tarlaya vardık. İlk işim, anneme ve diğer işçilere su dağıtmak oldu. Eller uzandıkça, parmak uçlarındaki yaraları fark ettim. Çoğunun elleri yara bere içindeydi; balık ağzı gibi açılmış, kızarmış, kimi yerlerinden kan sızıyordu. Dayanamadım, merakla sordum: “Canınız hiç mi acımıyor? Ağrımıyor mu bu yaralar?”
Kimi sessizce gülümsedi, kimi başını öteye çevirdi. Sıra anneme geldiğinde gözlerim onun ellerine takıldı. Pamuk kadar beyaz, ama pamuk kadar yumuşak olmayan ellerine. O ellerdeki yaralar bir başka derindi, sanki yılların hikâyesini taşıyordu.
“Anne,” dedim, “Pamuk bu kadar yumuşakken nasıl olur da böyle kanatır ellerini?”
Annem bir an sustu, sonra gözlerini kısarak bana baktı. Yorgun bir sesle konuştu: “Evet kızım, pamuk yumuşacık… Ama kabukları serttir. Pamuk, kumaşa dönüşmeden, yani gerçek değerine ulaşmadan önce kabuklarından ayrılmak zorundadır. İşte o kabuklar, ellerimizi böyle yaralar. Zahmetlidir, acı verir. Ama neticede bizim için karın tokluğu, başkaları içinse giysi… Bazıları için de sanata dönüşür. Herkes kendi ihtiyacı kadar değer yükler pamuğa. Asıl önemli olan o ilk adımı atmaktır; kabuğundan çıkarmak. Bir kere kabuğundan çıktı mı, sonrası daha kolaydır.”
Sözleri, içime işledi. Ellerine dokunduğumda, sıcacıktılar; sanki kömür gibi yanıyordu elleri. Yaralarına baktım, balık ağzı gibi derin ve acı vericiydi. Yine de annem, o yaraları hiç belli etmeden çalışmaya devam ediyordu.
“Peki ağrımıyor mu?” diye sorduğumda. Bu kez hiçbir şey söylemedi. Sessizliği, cevabın kendisiydi.
O an anlayamamıştım.
Birkaç yıl sonra pamuğa elimi attığımda, kendi parmaklarımda da yaralar açıldı. Ve işte o zaman, annemin sessizliğinin ne demek olduğunu anladım. Ağrı vardı, hem de dayanılmazdı. Ama insan bazen acıyı dile getirmez; içinin derinliklerine gömer. Bizim sessizliğimiz, aslında en yüksek çığlığımız olur. O günden sonra, yaralar hep kaldı. Kimi zaman ellerimde, kimi zaman ruhumda. Hiçbir zaman tam olarak geçmedi. Çünkü o yaralar, sadece pamuğun kabuklarından değil, hayatın bize bıraktığı kabuklardan da izler taşıyordu.
Şimdi, yıllar sonra, bu yazıyı kaleme alırken fark ediyorum: O zaman sustuğum, söyleyemediğim her şey, bir kabuk gibi beni sarmış. İçimdeki duygular, sessizliğin ardına saklanmış. Ama artık susmak istemiyorum.
Yazmak, benim kabuğumu kırma yolum oldu.
Her cümlede, biraz daha özgürleşiyorum.
Her kelimede, yaralarımın üzerine merhem sürüyorum.
Ve biliyorum ki; hayat, acıya rağmen güzelleşir. Tıpkı pamuğun kabuğundan çıkıp bembeyaz bir kumaşa dönüşmesi gibi.
Şimdi o sessizlikten çıkan bu kelimeler, benim yeni başlangıcım. Çünkü kabuklar bizi korur, aynı zamanda hapseder de. Asıl mesele, doğru zamanda kırmaktır. Sessizliğimin kabuğunu yazarak kırıyorum.


