Nazife Yetişgen
Ağzı kurudu, nefesi kesilir gibi oldu, kalbinin en derinlerinden ırmaklar gibi çağlayıp önüne ne gelirse sürükleyen boğucu suyun içinde buldu kendini. Bir anlığına da olsa hatırladı; geçmişi, yaşadığı tüm karanlık günleri, tarihin en karanlık sayfalarına gömdüğünü sandığı anıları hortlayıp canlı kanlı karşısında duruyordu. Nutku tutuldu. Bu kalabalığın içinde kendine küçücük, bir koltuk kenarı, minder kadar yer bulamadı. Yeri yoktu onun eğlenceli partilerde, hamam sefalarında, beş çaylarında… Seslendi: ‘’Haydi, yavrum eve gidiyoruz.’’
Titreyen, acılı, bir şeylerin ardına saklanmaya çalışan saklambaç oynamayı yeni öğrenmiş çocuk edasıyla çıkıyordu sesi. Saklayamadı, sadece daha fazla anlaşılmasın diye kalabalığın içinden usulca kaçarak evinin yolunu tuttu…
Ömrünün en güzel yıllarındaydı Zehra. Sevdiği adamla evlenmiş, sevdiği işi yapan, üç çocuk annesi, maddi olarak doyuma ulaşmış ve dünyalık başarılara imza atmış bir kadındı. Toplum nazarında bakıldığı zaman renkli, mutlu, çoğu insanın yıllarca çabaladığı başarılara o çoktan imza atmış biri olarak örnek alınacak bir yaşamı vardı. Lakin bazen onu yakalayıp bir çuvala kıstıran, gecelerini kâbusa çeviren, beynindeki tüm kütüphanenin sistemini bozan ve dağınıklığa yol açan bir kabuğun altında ılık ılık, sürekli, sinsi bir düşman gibi akan bu yaranın merhemini bulamamıştı.
Kapıdan usulca girdi, sanki konuşsa görülecek, dev ekranda film şeridi gibi izlenecekti içinden geçenler. En çok başarılı olduğu alan duygularını ve aklından geçenleri profesyonel bir biçimde saklamaktı. Bu konuda adeta tüm eğitimleri tamamlamış, yıllarını inkâr ettiği, sakladığı ve dışa vurduğu sahte duygular arasında, gerçekliğini kendisinin de sorguladığı anıları oluşmuştu. Yatağına uzandı, ağlamaya başladı. O an, beyninin içinde sinek vızıltısı gibi dönüyordu. Şimdi kendini gözyaşının temizleyici ve rahatlatıcı kucağına bırakmıştı. Ağlıyordu, ağladıkça yarasının içindeki sızlayan irin akıyordu adeta. Gözyaşları içinde derin bir uykuya daldı. Rüyasında çocukluğu kocaman bir ağaca dönüşmüş, yemyeşil yaprakları ansızın kurumuş ve onu yakalayıp boğuyordu.
Boğazında taa kalbinin en ücra yerlerinde nefes almaya, yaşamaya çalışan hevesleri kendini çocukluğunun büründüğü bu ağacın kollarında yok olurken buluyordu. Kâh kaçmaya çalışıyor, kâh teslim oluyor ve çırpınışlar içinde ağacın kolları arasında nefes almaya çalışıyordu. Çocukluğu uykusuz gecelerle, ağıtlarla, küçük yüreğinin kaldıramayacağı kadar büyük korkularla geçmişti. Anne ve babasının hiç bitmeyen kavgaları, anlaşamadıkları mevzuları, ortak olduğu ve günlerce süren yüksek sesle, bağırarak ifade edilen nefretleri bir ip yumağı haline dönüşmüş, yüreğinin tam ortasında bir örümcek ağı oluşturmuştu. Kendini bu örümcek ağının içinde çırpınırken bulduğu kaçıncı günüydü? Çocukken öğretmişlerdi ona susmayı, ne olursa olsun susmayı. Annesinin kendisine yapılan tüm haksızlıklara rağmen susmasını, affedip yoluna devam etmesini izlemiş ve bu davranışları onun içine sinmişti. Merhameti de annesinden öğrenmişti. Her şey bitse de onun merhameti bitmezdi. Kendini yok sayan, gereksiz, küçültücü, değer kaybettiren bir çaresizlik ardına saklı merhamet…
Ne zaman saklandığı kabuğundan kafasını uzatsa acımasızca dış dünyanın rüzgârına, boranına, kışına maruz kalır ve tekrar saklanırdı. İçinde birikmiş bu çocukluktan kalma çöplerden kurtulmak için her yolu denemiş olsa da yüreğinden atamıyordu yüksek seslerin, uykusuz gecelerin oluşturduğu çöpleri. Tam iyileştim, geçti diyecekken bir yerden ılık ılık akıyordu kanı. Çocukluktan kalma bu yaraların kabuk bağladığını, zamanla görünmez olduğunu, kılık değiştirdiğini düşünse de aniden gelen sel gibi yoluna çıkıyor ve boğuluyordu. Kendisi ile barışmak için çıktığı bu kalabalıklar içinden bir kere daha baş edemeden, içinde büyük depremler olurken dışarıya sahte gülücükler atarak ayrılmıştı.
Rüyasından derin bir ağlama hali ile uyandı. Derin nefes aldı, güneşi gördü ve kabuk bağladığını sanıp hortlayan yaraları ile kendi kabuğunda yaşadığı, dış dünyanın bin türlü hali ile mücadele eden yaşamına geri döndü. Kimseler göremese de onun kabuğunun altında kocaman bir dünya vardı. Kabuk bağladığını sanıp, hâlâ kanayan yaraları ile güneşli bir güne başladı. İşe gitmeye, annelik görevini ifa etmeye, eşi ile konuşmaya ve gülücüklere devam ederek, kabuğunun altına bir yara daha açarak, yoluna devam etti.


