Arzu Kurt
Puslu Kıtalar Atlası’nda İhsan Oktay Anar bizi karakterlerin rüyalarında diyar diyar dolaştırır. Ben de sizi bu düş dünyada bir yolculuğa davet ediyorum.
Madem buradasınız siz de bir düşsünüz.
Uzun İhsan Efendi’nin Düşleri Peşinde Dünya Kurmak; bir mapa mundi, Kaf’tan Kaf’a bir dünya haritası yapma sevdasına düşen Uzun İhsan Efendi yerinden kımıldamadan yeni kıtalar keşfetmenin yolunu bulduğunu düşündü.
Düşler mademki uyku esnasında ruhun bedenden ayrılıp diyar diyar gezmesine yarıyordu; ruhun gidebildiği yerlere insanın gitmesine gerek yoktu. Böylece rüyaya yatarak gittiği yerlerden bir atlas yaratmaya karar verdi.
Bir kaşınızı kaldırıp, çok gezen mi bilir çok okuyan mı klişesine düşeceğimi sanmayın, sizi puslu kıtalar üzerinde düş mü, gerçek mi ikileminden varoluş sorgusuna davet ediyorum. Yazarımız daha ilk sayfadan bir kurt masalı olduğunu söylediği Galata Kulesi’nin dikiliş hikâyesinden bahseder. Üstelik henüz Galata Kulesi’nde yangın gözcülüğü yapan nöbetçi Arap İhsan’ın kadırgasının Haliç’e girdiğini nöbette uyuyan diğer arkadaşına haber vermemiştir.
Bir gözü açık, diğeri yumuluydu; biriyle hala rüya görürken diğeriyle kendisini uyandıran adama bakıyor, uyku sersemi haliyle hangi gözünün gerçeği gördüğüne fazla aldırmıyordu.
Oysa ben kitabı ilk okuduğumda düşleri görenin sadece Uzun İhsan olduğuna çok emindim. Şimdi tekrar okurken sisler altındaki bu dünyayı; daha ikinci sayfasından belki de yangın gözcüsünün rüyasındayızdır, şüphesine düşüyorum.
Sayfalar sonra Müşteri isimli maymunun rüyasını okudum; Müşteri gördüğü rüyada atalarının yaşadığı uçsuz bucaksız ormandaydı. Atıldığı köşede onu bulan Alibaz’ın koynunda taşınırken kendini güvende hissetti. Rüyasında ve o kucakta annesinin kokusunu duyuyordu.
Kitapta bunun gibi üst üste binen birçok düş mevcut. Gözlerimizi kapattığımız anda uyanık bile olsak göz kapaklarımızın hemen ardındaki o karanlık boşluk her şeyi içine almıyor mu?
Aynı rüyayı defalarca kez görüp, o uykuyla uyanıklık arasında her şeyi hatırlamamıza rağmen en ince detaylarına kadar kurulmuş bu dünyayı bir anda unutmamız ama yine de gördüğümüzü bilmemiz gibi biliyoruz. Dünya bir kurgu, bizler de düş müyüz?
Bu cevabı bize Uzun İhsan Efendi verecekti. Atılan kurşunun saplanmasıyla dayısı Arap İhsan’ın hayatını kurtaran kitap Rendekar (Rene Deskartes) tarafından yazılmıştı. Kubelik tarafından çevrilen Zagon Üstüne Öttürme (Metod Üzerine Konuşma) isimli bu eser ona şüphe etmenin bir yöntem olduğunu öğretti.
Şüphe götürmeyecek ilk kesin bilgiye varmaya çalışan Rendekar her bilgiden şüphe ediyor ama şüphe ettiğinden şüphe edemiyordu. Uzun İhsan Efendi bu okuduklarından var olduğu sonucunu çıkardı. Fakat bu kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını açıklamıyordu. Kafasına takılan bu pürüzü halletmek için rüyaya yatmaya karar verdi.
Bünyamin’in yine paslı zırhlar giymiş yeniçerileri gördüğü düşünden kapının vurulma sesiyle uyandığı dakikalarda babası uykuya dalmıştı.
Uyanıklar alemindeki dayısı, başında dikilmiş uyuyan babasına bir şeyler söylerken; o düşünde muhteşem bir korsanı görüyordu. Bu korsan dayısı Arap İhsan’dı. Sırtındaki sayısız kırbaç izini ona gösteriyor bu izleri haritasına çizmesini öğütlüyordu. Kendi çizdiği haritadan farklı olarak korsanın haritası birebir ölçekliydi. Dayısı bir haritanın içinde yaşıyor ve bundan gurur duyuyordu. Derken bir sis belirdi. Uzun İhsan Efendi düşünde kendini bir çölde gördü. Su birikintisinde susuzluğunu gidermeye çalıştı.
Gördüğü bir su birikintisi değil aynaydı. Diz üstü çöküp aynaya baktı. Orda gördüğü yüz kendi aksi yerine oğlu Bünyamin’in yüzüydü. Kendi kendine düş görüyorum dedi. Düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?
İşte tüm kitap boyunca izlemeye başlayacağımız fikir de burada ortaya çıktı. Uykunun bir uyanış, düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri.
Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa asıl şimdi gördüğü her şey bir düştü. Gördükleri ister gerçek ister düş olsun bundan düşü gören bir öznenin varlığı ortaya çıkıyordu. O vardı. Ama kimdi?
Bu fikri yine onun ağzından dinleyelim: Şu an ayna, bana Uzun İhsan olduğumu söylüyor, düşümde ise sudaki aksim Bünyamin olduğumu söyledi. Ben kimim? Bütün bunları gören özne aslında kim?
Kitap boyunca hep bu birbirinin yerine geçme hikâyeleri kafamı kurcaladı. Hatta kitabın yazarı, Arap İhsan’ın yaptırdığı çeviriyi bulan uzun boylu bir delikanlıdan bahsedecek; hikâyenin sonunda ise İzmir’de oturan mahsun adama atıfla hangimiz gerçek diye soracaktı. Böylece Yazar Anar düşlerinde dünyayı dolaşarak bir atlas yazan Uzun İhsan Efendiyi kurgularken, Uzun İhsan ‘zihninde bir düş olan sevgili oğlu‘nu maceraya sürükledi.
Kazara elini kesen Uzun İhsan bir hayli kan akmasına rağmen hiç acı duymadı. Kan dursun diye eline bastığı kor parçası hayat çizgisini ikiye bölmüştü. Düşünmek için evden çıkıp yürüdü. Eski bir mezara rastlayarak üzerini suladı. Mezarın üzerinde Minelaşk yazıyordu aynı dayısı Arap İhsan’ın kolundaki dövmede yazdığı gibi.
Üstelik bu tesadüf bununla sınırlı kalmayacak, Bünyamin babasının kim olduğu sorularından kurtulmak için içtiği uyku şurubunun dozunu ayarlayamadığı için derin bir uykuya dalınca öldü sanılarak defnedilecekti. Ruhu uçarak kendi cenazesini izledi. Oradaki sakadan mezarına su dökmesini istedi. Saka içinden gelen sese uyarak mezarı suladı. Bünyamin uykusundan uyandı. Etrafı karanlıktı ama bir ses ona korkma diyordu, mezarı kaz ve çık. Yumuşak toprağı kazarak çıktı. Diri diri gömülmekten kurtulmuştu.
Ben bölümün sonunda yoksa Bünyamin Arap İhsan mı diye düşünürken, bu hikâye duyulmuş; Lağımcı Vardepet’in onu yanına almasına vesile olmuştu. Bu macerada Bünyamin boşluktan oluşan kara maddeden yapılma parayı bulacak, bu para onu zamanı durdurma yöntemi bulmaya çalışan Ebrehe’ye kadar götürerek tüm bu tesadüflerin nasıl olduğunu anlamamıza yarayacaktı.
Bünyamin bu maceralara atılırken yanına babasının yazdığı atlası aldı. Babası ona; bu macerada yolunu kaybedecek olursan bu düş atlasının saylarını karıştırabilirsin fakat kendini kaptırma, dedi.
Zaman zaman ben de kitapların düş dünyasına fazla kaptırdığımda kendimi, unutma derim; onlar kurgu, dünya gerçek!
Dünya gerçek mi, yoksa biri tarafından mı hayal edildim? Hayal edilmiş olmam düş olduğumu mu kanıtlar, gerçek olduğumu mu? Üstelik ben de düş kurabiliyorum hatta kurgu yazıyorum. Bu beni gerçek, karakterlerimi düş mü yapar? Yoksa zamanda aynı anda üç noktada da bulunabiliyor muyuz?
Geçmiş ve gelecek anda birleşir. Hem geçmiş hem gelecek hatırlanması ve hayal edilmesi ile kurgudur. Her şey an-da yaşanır. Yekpare geniş bir anda.
Aynı Bünyamin’in uyuyan babasının başında gördüğü Arap İhsan’ın, babası ile uyumasına rağmen konuşması gibi tüccar da düşünde; bir yatakta uyuyan adamın gördüğü rüyaları yazan uzun boylu birini görmüştü. Ne yaptığını sormuş ve uyuyan adamın düşlerini yazdığı cevabını almıştı. Uyuyan adamın düşünde ne gördüğünü sorusuna ise ben ne yazıyorsam onu, seni, beni, bu dünyayı cevabını aldı. Bu aşırı merak uzun adamı kızdırmış madem meraklısın seni maymuna çevireyim mi, demişti? Düşlere gelip onları rahatsız etmesin diye de ona uyuyamama cezası vermişti. Aynı Alibaz gibi.
Bu uykusuzluk illetinin çaresi peşinde koşan Tüccar, bir sihirbazdan yüzyıllardır uyuyan biri olduğunu, eğer onu uyandırmayı başarabilirse iyileşebileceğini öğrendi. Konstantiniye’den gelip geçtikçe bir han bekçisinin yıllardır uyuduğunu fark etti. Uzun yollar dolaşıp tekrar şehre döndüğünde hala uyuyan bekçi ve Bünyamin’le karşılaştı. İsmini öğrendiği Bünyamin’e ‘baban seni çok seviyor olmalı bizim oralarda bu ismin anlamı bin Yemin- sağ elin oğlu demektir’ diyecekti. Ama Bünyamin’in kurgu bir karakter olduğunu öğrenmemize henüz sayfalar vardı. Uyanmaya başlayan bekçi doğrulurken yıllardır uyuyamayan tüccar uykusu geldiği için odasındaki kuş tüyü yastığa başını koydu. Yüzyıllık ceza son bulmuştu. Tüccar uykuya dalarken bir yerlerde Alibaz, serseri bir kurşunun vurduğu leyleğin yuvasına tırmanmış tutulduğu uykusuzluk illetini arkada bırakarak uyumuştu. Alibaz ve tüccar uyku illetini yenmişti.
Alibaz’ın taş mektepteki hocası çırakken kıraathanede ek iş olarak hikâye okuyuculuğu yapan öğretmenlerden dinlediği öyküleri duya duya aynı okula girmişti. İşte bu hikâye seven öğretmen Alibaz’a Efrasiyap’ın maceralarının anlatıldığı kitabı okutmuştu. Bu öykülerden çok etkilenen Alibaz aynı ismi lakap olarak alacak ve Efrasiyap’ın ordusu gibi çocuklardan çete kuracaktı. Uykusuzluk illeti yüzünden düş görmeyen bu çocuğun gündüz düşlerinde Efrasiyap’ın, bir masal kahramanının izi vardı.
Lakabını aldığı kahraman, kitaptaki macerasında çıktığı fetih yolculuğunda muhasara ettiği kale önündeyken; kentimiz kuşatıldı haberini aldı. Uzun yolları aşarak döndüğü kentinde, kuşattığı kentin kendi kenti olduğunu farketti. Alibaz da Bünyamin de çıktığı maceralarda kaftan kafa bu haritada çember çizen tek kahraman değildi.
Bünyamin Vardepet’le birlikte çıktığı Zülfiyar adlı casusun kurtarılma görevinde babasının Dünya Atlasında şu satırları okudu. ‘Yer altı hazinelerine rastladı.’ Uykuya daldığında sis içinde paslanmış zırhları ve kalkanlarıyla yol alan yeniçerileri görüyordu. Sağın ve solun, kuzeyin ve güneyin olmadığı yönsüz bir uzamda belki de yer altında hazineyi arıyorlardı. Hazine hem her yerde hem hiçbir yerdeydi. Kim bilir karanlık ve sis bu çekimin kendisiydi.
Bu macera, sonunda Bünyamin’i kara parayı arayan Ebrehe ile buluşturacaktı. Aynı bizim gibi Ebrehe de şüpheye düşüyordu.
‘Senin tanımadığım biri tarafından meçhul bir amaçla bana gönderildiğini düşünmeden edemiyorum. Fazlasıyla silik birisin. Ağzından çıkan kelimeleri sanki biri kulağına fısıldıyor gibi.’
Aynı şekilde Bünyamin de zaman zaman sanki biri kendine yol gösteriyor gibi hissediyor kulağındaki bu fısıltı babasının sesine benziyordu.
Ebrehe boşluk bilgisinin, boşluktaki kara maddeden yapılan paranın, sonsuz hızın peşindeydi. Tüm bu belirsizlikler Bünyamin’in zihnini bulandırıyordu. Ebrehe’nin tam istediği de buydu.
Hem gerçeği söylemek hem de söylediğinin yalan olduğuna inandırmak istiyordu.
İçinde insan olan bir topacın düzeneğini bu kara madde ile sonsuz hıza ulaştırabilirdi. Karşı hareket geliştirebilecek bu alet zamanı geri akıtabilir böylece tüm adımlar bu sefer geri doğru atılırdı. İlk harekette ne olduysa tersine ikinci harekette de aynı şeyler olur. Bu eylem sonsuz hızda yapılırsa akrebin A’dan B’ye ordan da C’ye gitmesi ve tekrar A’ya dönmesi sıfıra eşit zamanda olurdu. Yani akrep aynı anda hem A’da hem B‘de hem de C’de olurdu.
Böylece biz de kitap boyunca hissettiğimiz sisi anlamaya başlarız. Hem hareket yoktur bu noktada hem de zaman. Bunu Ebrehe şöyle anlattı.
Kâğıda üç tane saat resmi çizerek Bünyamin’e uzattı: Aristotales’in dediği gibi.

Hareket yoksa, artık zaman da yoktur.
Çünkü hareket olmadan zaman da olmaz.
Saat yönünde A noktasından B ve C’ye bir daire şeklinde ilerleyen zaman, sonsuz boşlukta hızla çevrilen gülle gibi hızlansa artık gitmiyor gibi göründüğünden B’ye A’dan önce ulaşabilecekti ve hatta hem A hem B hem C’de aynı anda var olabilecekti.
Boşluğu, sürtünmeyi engelleyip sonsuz hıza erişmek için aradığını söyleyen Büyük Efendi,sonsuz hızı da karşı hareketin ön şartı olarak açıklamıştı. Karşı hareket ise, geçmişe dönmeyi mümkün kılıyordu.
Böylece kör ve sağır olmuş bu adamın, Uzun İhsan’ın, işitmemesine rağmen olan biten her şeyi bildiğini, çünkü her şeyin hatta bütün Dünya’nın, sadece ve sadece zihninin bir ürünü olduğunu söylemiyor muydu?
Konuyu mutsuz çocuk hikâyesi ile kapatalım. Kurduğu düşlerin hepsi bir anda gerçeğe dönüşüverecek bir çocuk. Düş kurması yasaklanan bu çocuk, tüm ilmi öğrense de mutsuzdu. Onun mutsuzluğuna bir çare bulundu. Düş kurmasının yasak olduğunu, ama insanların düş kurduğunu düşlemesinde herhangi bir sakınca olmadığını söyleyerek ona izin verdiler. Masalı anlatan ihtiyar demkeş Ademoğlu’nun gördüğü her rüyanın, kurduğu her düşün işte bu mutsuz çocuğun bir eseri olduğunu söyleyerek hikâyeyi bitirdi.
Gülümsedim, defalarca kez kimin rüyasında olduğumuzdan emin olamadığımız bu kitapta karakterlerin birbirine dönüşmesini izledik. Oysa belki de biz, aynı Uzun İhsan Efendi gibi aynı anda üç ayrı yerdeydik. Aynen gözlerimizi yumduğumuz zaman gördüğümüz karanlığın içindeki sayısız düşte olduğumuz gibi. Hem uyuyorduk hem de bambaşka dünyalarda geziyorduk.
Uyku, ölümün kardeşi. Düşlerin dünyası. Hayat, yokluğun (belki ölüm belki gözümüzü kapattığımızdaki boşluk) varlığını anladığımız atlas. Yaşıyoruz puslu bir sis içinde. Varlığımız yokluğumuzu anladığımız an-da anlam kazanıyor. Biri beni düşlüyor, ben düşüm. Ben birini düşlüyorum, ben gerçek. Sizi kim düşledi?

Arzu Kurt, Karabük doğumlu, evli, iki çocuk annesi. İstanbul’da yaşıyor. Denize ve kitaplara aşık. Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Bir kamu bankasında şube müdürü olarak rakamlarla geçen yılların ardından emekli olup kelimelere yöneldi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde başladığı ikinci kariyerinde kolektif kitaplarda altı öyküsü ve iki dergi yazısı yayımlandı. Yazı yolculuğuna Suaremag’da devam ediyor.

