Zeynep Pınarbaşı
“Nohut oda bakla sofa bizim ev.” Çocukluğumda bir aile büyüğünden duymuştum bu sözü. O zaman onların evinde, küçücük bir oturma odasında, dört çocuk tüplü bir televizyonda video kasetten yayın yapan çizgi filmi izliyorduk. O an kazıdım zihnimin içine bu sözü. Kendi evimizin küçük salonunda televizyon izlerken o nohut odaya kimlerin sığdığını hayal dahi edemezsiniz. Salonu kapalı tutup, oturma odasında yaşadığımızda nohuttan mercimeğe geçiş yapardık.
Sabahları hiç erken kalkamazdım, tüm çizgi film saatlerinde kardeşim uyanık olur hepsini izlerdi, ben hep kayıttan izledim hayatı. Birçok şeye geç kaldım aslında, o geç kalışlarda peşimden sürüklenen bir ben daha vardı, yorgun karanlık, gerçek beni içinde taşıyan, hayata sokulmak için bekleyen.
O mercimek oturma odamız ben çocukken amcamın yatak odasıydı aslında, herkes çekildikten sonra orada uyurdu. Evin fedakâr abisi bir gün içindeki babayı öldürüp çekip gidene kadar onundu. Ailemizin Oedipus’undan çok şey öğrendik. En net hatırladığım ve her daim zihnime kazınanlar gölge oyunlarıydı.
Çocukluğumuzda elektrikler kesildiğinde beyaz mumlar ortaya çıkar, bir çay tabağının üstüne yapıştırılır evin uygun yerine konurdı. Şimdilerde çoğu kesinti kısa sürüyor, o zaman uzun karartma geceleri olurdu. Teknolojinin henüz kıt olduğu zamanlardı, amcam hemen elinin duvara yansıyan gölgesinde parmaklarından bir kurt yapar ulur, bir tavşan yapar zıplatırdı. Parmaklarımız şekilden şekle girer, arada babam da katılınca keyfi bol bir geceye dönüşürdü. Bazen sırf gölge oyunları yapabilmek için ışıkları söndürürdük. Karanlık bizim arkadaşımız hatta oyuncağımızdı. O zamanlar gölgenin gücünü bilmez ve ondan korkmazdık.
Erken kalkamayıp da geriden gelerek izlediğim bir çizgi filmde karakterin gölgesi kendinden ayrılıp gidiyordu. Nasıl olur, diye düşündüm durdum. Işık vardı ama gölge yoktu, şimdi anlıyorum insanın gölgesinin onu terk edebileceğini ya da çok beslerse onu boğup öldürebileceğini.
Bazen çok fazla ışığa maruz kalıyoruz, gölgemizi unutuyoruz. Şimdilerde her şey çok aydınlık ve karartmalara asla yer yok. Olur da gölgemizi görür onunla el ele tutuşur çeker gideriz diye korkuyor insanlık yaşamdan. Halbuki bu hayatta en güçlü olan ışık aslında kendi gölgemiz.
Vin Diesel’in başrolünü oynadığı Riddick filmini izlediğimde çok etkilenmiştim. Gece karanlıkta ortaya çıkan ve uçan yaratıkları sadece Riddick görüyordu. Severek izlediğim bu filmin elbette yıllar sonra manasını çözdüm. Filmi izledikten sonraki yaz Adana’ya teyzemlere gittik. Sıcak yaz günlerinin kurtarıcısı olan damda yatma zamanlarıydı. Dama serilen yataklarda sabahlardık. Birkaç saatlik uyku öncesi süren sohbet o zamanın en keyifli anlarıydı. Karanlıktaydık o zamanlar geceleri kullanacağımız telefonlarımız yoktu, hiçbir ışığın bizim tatlı karanlığımızı bölmesine izin vermiyorduk. O yaz gece aniden üstümüzden uçan kuşu görünce çığlık attım, Riddick evrenindeki gece kuşları Adana’ya gelmişti. Zihnimin gölgeleri onları gerçeğe çevirdi. Tedirgin birkaç gecenin sonrasında döndüm. Kendimi korkuya bırakmak istemedim, İstanbul’a gelince geceleri gökyüzünü izleyip gölgeleri takip ettim. Artık Riddick gibi onları görebiliyordum.
Yıllar sonra Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları kitabını okuduğumda ve sonrasında filmini de izleyince orada kötülük yapan gölgeleri gören çocuk bana yine Riddick’i hatırlattı.
Peki beni korkutan sonra da onları anlamamı sağlayan gölgeler nelerdi?
Pitch Black yani Riddick filmi, iki güneşi olan bir gezegende geçer. Güneş batınca tam bir karanlık başlar, karanlıkta yaşayan yaratıklar ortaya çıkar. Filmde gündüzün yanıltıcı olan güven tarafı vardır ama gece ölümle beraber hakikati getirir. Gündüzün ışığını bir korunma aracı olarak görürüz, geceye gelince gölgeler ölümcüldür ama aslında içe dönüş için bir alandır. Riddick’in gözlerinin karanlığa alışmış olması Jung’un gölgeyle yüzleşme kavramı olarak seyirciye aktarılır. Karanlık onun evi olmuştur ve ondan korkmaz. Filmdeki diğer karakterler ışığa bağımlıdır, sınırları vardır.
Çocukluğumuzun gölge oyunlarını düşününce aslında biz o dönemlerde karanlığımıza izin vermişiz. Onunla oyunlar oynayıp barışık halde yaşıyorduk. Şimdi yatağa yattığımızda telefonların ışıkları var ve çoğumuz için bu bir bağımlılık haline gelmiş durumda. Gölgemizi, karanlığımızı kendimizden saklıyoruz hatta ondan korkuyoruz.
Son dönemlerde -buna ben de dahil- çoğu kişinin anksiyete ve panik atak durumlarının ortaya çıktığını hatta düşük düzeyde olanların ise çoğaldığını görüyorum. Gölgelerimizi kapadığımız sürece sanırım bu iki şey har daim yanımızda olacak. Çocukluğumda duvara yansıyan tavşan bir gün beni bulur diye umuyorum. Ummaktan öte sanırım artık onu çağırmam gerekli.
Riddick gibi gölgeyle iç içe olup tehlikeyi, bilinmeyeni ve içsel karanlığı kabullenmek gerekli. “Gerçeği görmek istiyorsan, sadece ışığa değil, karanlığa da bakabilmelisin.”
Işık, güvenlik olsa da aynı zamanda saflığın yanılsamasıdır. Gölge, tehlike gibi görünse de aynı zamanda hakikatin evi.
İnsan kendi karanlığını kabul etmeden özgürleşemeyecek. Şimdilerde sığamadığım o nohut oda bakla sofaların içinde yaşamın duvara yansıyan tavşanlarının zıplama vakti.

Zeynep Pınarbaşı için her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler… Yıllar kelimeleri kovaladı, o da peşinden gitti. Şimdi sırada öyküler var. Yazdı, yazıyor.


