-Yazamayan Hasedi-
Benan Bilek
Kargocu bizim eve gelmekten yıldı, ben sipariş vermekten yılmıyorum. Bu asgari ücret mahkûmu gençleri pandemi zamanı alıştırmıştım apartmanımıza sık sık gelmeye, sonra sakinledik. Okuma atölyelerine girmeye başladığımda alevlendi internet üzerinden alışveriş yapma hastalığım. Zaten evden burnumu da çıkarasım yok, hava çok sıcak. Çocuk da bu sıcakta ne küfür etmiştir dördüncü kata çıkarken? Asansörün tamiratı çok mu uzun sürdü ne? Yarın yöneticiye bir sorayım, ne zaman bitecek bu tamirat hali diye. Evden çıkamamaktan da patladım aslında. Nereye çıkacaksam bu sıcakta? Her taraf fena, kimle konuşsam of pof çekiyor sıcaklardan.
Bunca kitabı ne zaman okuyacağım acaba? Bendeki bu durum da bir başka tür alışverişkoliklik olabilir mi dersin? Yok, aslında pek de öyle değil durum. Sipariş verirken hepsini hemen bitirecek gibi oluyorum, sonra geçiyor o ruh hali. Sende de oluyordur bu kafa zaman zaman, hiç öyle üstten üstten bakma şimdi bana. Entelektüel okur kapasitesine ulaşmak o kadar da kolay değil elbette, uğraşıyoruz bir şekilde.
Koli bandıyla birazdan kendini patlatacak canlı bomba gibi beş tur sarılmış paketi, maket bıçağıyla açıp masanın üzerine yayıyorum yeni cicilerimi. Kendileri eski, baskıları yeni kitaplarım pek cilveli gözüküyorlar gözüme.
İyi oldu şu Kör Baykuş’u sipariş ettiğim mesela. Her seferinde diyecek yeni bir şey bulmuş gibi satır aralarından alıntı yapıp dinleyene temcit pilavı yemişçesine yavan bir tat bırakanların başucu malzemesidir bu kitap.
Kitaba değil lâfım, haşa! Çok oldu okuyalı, hatırlayamadığım çok detay var, bildik kitaptan başlayayım en iyisi okumaya. Benim derdim söz aldığı her seferde aynı kelimeleri başka şekilde söyleyen ama her seferinde de aynı örnekleri verenlere. Öyle güzel anlatır, öyle oradan buradan allayıp pullayıp her konuyu Kör Baykuş’a getirirler ki gözlerin kamaşır. Kendini Zoom üzerinden kalp atmalı bir onay sürecinde bulursun; senin onayın onun umurunda bile değildir aslında. Sendeki de şey çabası; “Evet, yorum yapmıyor olabilirim ama inanılmaz ciddi bir şekilde dinleyerek katılım gösteriyorum ve gördüğünüz gibi iyi konuşanı da takdir ediyorum.” Fasulyenin nimeti sendeki yani.
Bir de suskunlar var ekranda, diyebilecekleri çok olsa da suskunluğun erdemini giyinip meydanın yanında duranlar. Onlar genelde mutfak masasına kurarlar toplantı düzenini, çok çay kahve tüketirler. Kütüphaneleri yoktur çoğunun, düzgün dizilmiş kitap rafları da. Başucunda durur aldıkları, kenarda köşede, evin her yerinde. Erdem değildir aslında bu tiplerin derdi, çok konuşanın çok hata yapma olasılığından tedirgin olurlar. Her şeyleri vardır, cesaret dışında. Onay almayacak sözleri dile getirmeye çekinirler. Neden buraya takılıp kaldın acaba Sevgili Yaza? Neyin hesaplaşmasını yaşıyorsun acaba yine satır aralarında?r
Ian McEwan göz kırpıyor sanki Beton Bahçe’sinden, çocuk karakterlerin anormal davranışlarının altında yatan sebepler, Freud’un Oedipus karmaşası, bilinçaltı, bilinç dışı kavramları bağlamında yorumlanır şimdi, kesin. Oturup biraz Freud çalışmam lazım.
Yalnız, ne çektim ben bu Freud’tan, öyle böyle değil. “Sevgili Yazar, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok.”
Anna’ya değil bana yazsın istiyorum bu satırları bir an, sonra aklıma Anna ile ilgili dedikodular geliyor, hemen vazgeçiyorum. Ruh halim de bu ara bu kadar karanlık dehlizlerde dolaştıran ağır kitabı kaldırır mı, bilemedim şimdi. Liste de hep dehliz, en iyi niyetle girdap. Öf.
Sineklerin Tanrısı’na elim gidiyor, aklıma Didem geliyor, sinir oluyorum. Almanya’ya gittiği ilk yıldı, sanırım biz orta ikinci sınıftayken falan, onların dönem kitabı imiş “Sineklerin Tanrısı.” Orta ikinci sınıf ayarında bir öğrenciye verdikleri kitaba bak! Ben ne okudum orta ikide? La Fontaine’den Masallar. Bizim Neriman Öğretmen ne kadar hâkimdi de o masalların derinliğine, o dersi işledi bize acaba? Türkçe kitabındaki “Bilelim Öğrenelim”, “Okuyalım Anlatalım”, “Düşünelim Yazalım” falan filan bölümündeki soruları cevaplamaktan başka ne yaptık acaba, hatırlamıyorum hiç. Neyse! Bu romanı ilk başta hiçbir yayınevi yayınlamak istememiş ve romanın ilk taslağının kopyaları yedi ay boyunca, çeşitli yayıncılar tarafından hızlıca okunarak hemen iade edilmiş. Toplumun kusurlarının insan doğasındaki kusurlardan kaynaklandığı düşüncesi üzerinde durulan ve yetişkinlere kendi barbarlıklarının aynası olan bir kitabın onca zaman basılamamasını, bu zamanın yazanı olarak bile anlayabiliyorum elbette.
Üniversite yıllarımda okumuştum Sineklerin Tanrısı’nı, Akademi Kitabevi’ndeki Sedat Abi önermişti. Sahi, ne güzel adamdı ya Sedat Abi, raflardaki her kitabın içeriğini bilirdi. Okuldan değil, onun yanından mezun olduk biz. Sonra battı, şaşırdık mı?
Uçakla bir yere kaçırıyorlardı çocukları, nükleer bombadan korumak için, değil mi? Sonra uçak düşüyordu da bu çocuklar bir adaya düşüyordu hatta. Al sana yaşam mücadelesi. İnsandaki ilkel içgüdüler ve insanların vahşiliğini de gösteriyordu roman. Bu temel içgüdülerin üstesinden gelmek için yasalar ve yapılara gereksinim duyuluyordu. İktidar mücadelesi her dönemin sancısı. Sonunda adada işler kötüye gidiyordu da canavara kurban sunuyorlardı. Adlarını unuttum, iki çocuk iktidar kavgasındaydılar, asıl kurban demokrasiydi galiba. Bu unutmalar çok fena gerçekten. İnsan okuduğu, izlediği hiçbir şeyi unutmasa ama kafasında sürekli onlarla da yaşamasa ne güzel olur. Mesela bir dosyalama sistemi olsa, ihtiyaç duyduğunda yeni okumuşsun gibi gelse kitapla ilgili her şey. Bir daha bir daha okumak zorunda kalmasak. Hatırlayamıyorum işte, sürükleyiciydi evet, anlatımı da güzeldi ki kısa sürede okuyup yeni kitap önerisi sormuştum Sedat Abi’ye.
Evet evet, yeniden okumaya bu kitapla başlamak heyecan verici olabilir. İlk aşkla karşılaşmak gibi. Koltuğuma geçip oturuyorum Sineklerin Tanrısı’nı alıp, gözüm televizyonun yanındaki deniz kabuğunda.
Bu şans getirdiğine inandığım kabuğu kulağıma dayıyorum, dalgaların sesi bir melodi gibi gülümsetiyor. Koruyuculuğuna inandığım bu zarif kabuğu romanında güç simgelerinden biri haline getiren William Golding’e kızıp kitabı bırakıyorum.
Aaa dur, dur! Dövüş Kulübü’ne de başlayabilirim, sıkılırsam açar filmini izlerim. Çok oldu izleyeli, onu da hatırlamıyorum, iyi mi? Bu okuyamama durumum edebiyatın ortanca çocuğu olduğum hissi yaşatıyor bana zaman zaman. Bir acımız yok, ne büyük savaşı ne de büyük buhranı yaşadık. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. Ve bunalımımız kendi hayatlarımız. Ama bir dakika ya, okusam da izlesem de susmak zorundayım ki Dövüş Kulübü ile ilgili.
“Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.”
E kim konuşacak bunun hakkında? Skandal. Tam da parçalanmış benliklerden girip postmodernizm hakkında iki kelam edebileceğim bir malzeme varken elimde, olacak iş değil.
Brad Pitt’te Prosopagnozi hastalığı varmış, geçenlerde okudum. Yüz körlüğü. Prosopagnoz bir hasta kişilerin yüzünü tanımıyormuş. Düşün, kendi yüzün dâhil olmak üzere eşinin, arkadaşının, insanların yüzlerini bile ayırt etmekte zorlanıyorsun. Kibir sananlar olmuştur adamın durumunu, kesin. Kibir mi olsa mesela Distopya Dergi’nin yeni sayısının konusu? Sahi, adı “Pride and Prejudice” olan bir kitabı neden “Aşk ve Gurur” olarak çevirmişler ki bizde? Aşk satar diye mi? Kibir başkalarının hakkımızda ne düşünmesini istediğimiz ise gerçekten Darcy tam da o adam aslında. Gel de anlat bunu ortalama okuyucuya? Bak şimdi kendime nasıl da sınıf atlattım iki gram İngilizcemle, değil mi Sevgili Okur?
Bu “Sevgili Okur” muhabbetini sevdim sanırım, üç sezon dizi bir de film halinde Bridgerton izleyince dilime yapıştı biraz. Lady Whistledown gibi takma bir isimle bildiğim her pisliği yazasım var aslında. Öykü möykü, para kazandırmaz bunlar.
Fakir ama entelektüel bir hayatı seçmekle zengin ama pislik olmak arasında gidip geliyor kafam. Şimdi ben tüm bunları bir öyküye dönüştürmeye kalksam, beynime yerleşmiş öykü formatından da çıkamayacağım, belli.
Bir de okumak zorunda kalırsam öyle çalakalem yazdıklarımı, alınan falan olur, gerek yok, yazmayayım aklımdakileri. Kitaplar da kalsın şimdilik masada, en kötü ihtimalle bir küçük kütüphane yapıp bunları dizerim arkama, Zoom toplantılarında arkamda duran çerçevelerden daha güzel görüntü verir.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.