Funda Torunlar
“Vedalar canını sıkmasın. Yine buluşabilmek için bir hoşça kal gereklidir.”
— Richard Bach, Mavi Tüy
İnsan, her vedada yeni bir başlangıcın kıyısına gelir. Kimi zaman bu kıyı görünmezdir; kimi zamansa tüm ağırlığıyla üzerimize çöker, varoluşsal sancılar dediğimiz o içten içe yakan halle tanışmamıza sebep olur.
“Varoluşsal sancılar”… Bu tamlama son zamanlarda sıkça duyulur oldu. Ancak popüler olması, yükünü hafifletmiyor.
Mananın kelimeye birkaç beden büyük geldiği ve bu yüzden kavram eksikliğinden kaynaklı kabz halleri bayağı bir terletiyor, kafa kırdırıyor. Bırakalım başkalarını, insanın kendisine söyledikleri de yerine oturmuyor çoğu zaman. O da yetmiyor, ne zaman bir düşünsel anın içinde bulsak kendimizi o zıtlıklar yok mu, ah o zıtlıklar…
Hem başlamak hem de bitirmek isteriz. Çelişkiler içinde salınırız: Kalmak mı zor, gitmek mi? Başlamak mı cesaret ister, yoksa bitirmek mi?
Başlangıçla bitişin aynı anda kol kola yürüdüğü o garip anlar… Birbirini yok eder gibi duran ama aslında birbirini besleyen karşıtlıklar. Tıpkı kendi kuyruğunu ısıran yılan gibi: hem sonu hem başlangıcı aynı halkada taşıyan, yok oluşta varoluşun izini saklayan o kadim sembol… Ouroboros.
Orta Çağ ve Rönesans simyacıları bu sembolü, maddenin dönüşümünü ve yaşam-ölüm döngüsünü anlatmak için kullanmışlardı. Ama gerçekte başlayan ve biten neydi?
Ouroboros fısıldar bize:
“Son dediğin şey, sadece bir biçim değişikliğidir. Başlangıç ise çoğu zaman eski bir sonun küllerinden doğar.”
Biz insanlar, çoğunlukla bu döngünün tamamını göremeyiz. Fenomeni -yani görüneni, hissedileni-kolayca kavrarız. Oysa nomen, yani şeyin kendi özü, algımızdan bağımsız hakikati… Ona doğrudan erişemeyiz. Bu yüzden, başlangıçla bitişin aynı anda var olabileceği fikri bize çoğu zaman eksik görünür.
Fenomen, su yüzeyinde parıldayan bir buzdağıdır; berrak, somut ve gözle görülebilir. Ancak nomen, o buzdağının suyun altında, gözle görülmeyen devasa kısmıdır — gerçek ağırlık ve şekil oradadır. Biz çoğunlukla sadece yüzeydeki parçayı görürüz; oysa hakikat, derinlerde saklıdır.
“Belki de vedalar bu yüzden ağırdır; çünkü dışarıdan baktığımızda yalnızca ‘bitişi’ görürüz, oysa o bitişin derinliklerinde yeni bir ‘başlangıç’ gizlidir—henüz keşfedilmeyi bekleyen.”
“Sana Uğradım” – Sessiz Bir Teşekkür
Kedimle 13 yıl geçirdim. Sessiz anlaşmalarımız vardı: ben günün yorgunluğuyla koltuğa gömülünce yanıma sokulurdu, ben üzülünce gözlerimin içine bakar, başka hiçbir şeye gerek kalmazdı. Varlığı, hayatımda sözcüklerle tarif edemediğim bir yumuşaklıktı.
Sonra bir gün gitti.
Ardından gelen sessizlik, tarifsizdi. Eşyaları yerindeydi ama evi dolduran şey yoktu artık. Aylarca ağladım. Geceleri, alışkanlıkla yere bir kase su koymaya devam ettim.
Bir gün, hiç beklemediğim bir anda, karşıma bir yazı çıktı. Ölmüş bir insanın, geride kalan sevdiğine yazdığı bir mektuptu:“Gitmiş olmam, seni bırakmak demek değil. Üzülme. Seninle olan bağım, bu dünyadan bağımsız. Her gözyaşında sana teşekkür ediyorum. Çünkü sevildim.”
O satırları okuduğumda, gözlerim doldu.
Sanki kedim bana yazmış gibiydi.
Sanki o yazıyla, son kez yanıma uğramış, başını dizime koymuş ve fısıldamıştı:“Ben iyiyim. Şimdi sen de iyi olabilirsin.”
O an anladım: Bazı vedalar, aslında kalmaya devam etmenin başka bir biçimidir. Sevgi bitmez, sadece yer değiştirir.
Ouroboros’un halkası burada anlam kazanır:
Gördüğümüzle göremediğimiz, hissettiğimizle anlayamadığımız, başlangıçla bitiş… Hepsi aynı döngünün farklı yüzleri.
Belki de bu yüzden, başlamakta ustayızdır. Yeni bir fikrin heyecanı, taze bir duygunun cazibesi, ilk adımların merakı… Bunlar fenomenin parlak yüzüdür. Kolayca kavrar, hemen bağlanırız.
Ama bitirmek… Orada iş değişir. Bitirmek, sadece bir şeyi bırakmak değil; onun özündeki tamamlanmayı da kabul etmektir. Bu ise kolay değildir. Çünkü fenomen bize “bitti” diye fısıldarken, nomen aynı anda “başladı” diye yankılanır. Biz o yankıyı duyamayız henüz.
“Saklambaç” — Oyun Arkadaşım Dedem
Çocukken dedemle en çok oynadığımız oyun saklambaçtı.
Ama o yaşlı haline rağmen öyle iyi saklanırdı ki, çoğu zaman bulamazdım.
O da gülerek, “İyice büyüyünce bulursun beni,” derdi.
Ben çocuk aklımla bunu oyunun bir parçası sanırdım.Yıllar geçti. Yaş aldım, şehir değiştirdim, iş güç derken o oyunlar hafızamın tozlu raflarına kalktı. Ta ki bir sabah ansızın gelen o haberle… Dedem artık yoktu. En sevdiğim oyun arkadaşımı kaybetmiştim.
O an ne cenazeye yetişebildim ne de ona son bir kez sarılabildim.
Asıl acı, onunla birlikte içimde gömülen o çocukluk neşesiydi.
Otuzlu yaşlarımda gitti; ama ben o geçmişte kalan evdeki çocuğun kahkahasını her hatırladığımda dedemin kaybını hep hissederim.O gün, çocukken hiç bulamadığım saklandığı yeri şimdi biliyorum.
Bu kez gülerek değil, gözlerim dolarak söylüyorum:“Saklandığın yer cennetmiş…
Şimdi büyüdüm,
Ve buldum seni.”
Ouroboros’un halkasında ustalık, sadece başlangıçta değil; tamamlayabilme cesaretinde yatar. Başlamak bir kapıyı açmaktır; bitirmek ise o kapının ardındaki yolu göze almaktır. Ve belki de yaşam, bu döngüyü baştan sona görebilmeyi öğrenmektir.
Zehir, yaşamın en keskin sonudur; panzehir ise o sona saklanan görünmez başlangıç. Her ikisi de aynı kaynaktan doğar. Tıpkı kuyruğunu ısıran yılan gibi: hem kendini tüketir hem kendini besler. Zehir, öldürürken şifaya da dönüşebilir.
İnsan da böyledir:
Ona son gibi görünen bir acı, bazen yeniden başlayacak gücü verir.
Kapanan kapılar, başka kapıların anahtarını içinde saklar.
Bitiş, başlangıcın içinde gizlidir;
başlangıç da bitişin izini taşır.
Ouroboros’un halkasında panzehir, zehrin bağrındadır;
yaşam, ölümün kıyısında filizlenir.
Tasavvuf geleneğinde kalbin iki hâlinden söz edilir:
Kabz — daralma, sıkışma;
Bast — genişleme, ferahlama.
Hayat, bu iki hâlin salınımında akar.
Başlangıçlar genellikle bast’ın coşkusunu taşır: umut, açılım, genişlik…
Bitişler ise çoğunlukla kabz’ın ağırlığını getirir: kapanma, içine çekilme, suskunluk…
Yine Ouroboros bize hatırlatır: Bu iki hâl birbirinin zıddı değil, tamamlayıcısıdır.
Yılan kendi kuyruğunu ısırırken hem kabzı hem bastı aynı halkada taşır.
Daralma olmadan genişleme, bitiş olmadan başlangıç olmaz.
Başlangıç ve bitişin doğasını anlamak, Zen’in yalın bilgeliklerinde de karşılık bulur. Bir Zen ustası, elindeki kaseyi öğrencisine gösterir:
“Bu kaseyi doldurursan, içine artık bir şey alamazsın. Ama boş bırakırsan, içine her şey akar.”
İşte bitiş, o kaseyi boşaltmaktır — kabz, daralma, içine çekilme hali. Başlangıç ise boş kalan kaseye hayat veren dolu akışıdır — bast, genişleme ve ferahlama.
Bitiş olmadan başlangıç mümkün değildir; tıpkı kabz olmadan bastın doğamayacağı gibi. Hayatın döngüsünde, boş kalan kase yeniden dolar; her kapanış, yeni bir açılıştır.
Bu bilgelikle, vedaların ağırlığı hafifler. Çünkü artık biliriz ki, görünen “bitiş” yalnızca kasenin boşaldığı an, fakat aynı zamanda yeni yaşamın dolmaya başladığı andır.
Vedalar canımızı yaksa da, her veda yeni bir kapının eşiğidir.
Ouroboros’un halkasında öğrenmemiz gereken belki de en derin ders şudur:
Hiçbir şey gerçekten bitmez.
Her son, içinde yeni bir başlangıcın kıvılcımını taşır.
Ve her başlangıç, bir öncekinin izini…
Yaşam, başlangıçlarla bitişlerin aynı döngüde dans ettiği bir yolculuktur.
Biz bu dansı fark ettiğimizde, hem ayrılıklara hem kavuşmalara aynı gözle bakabiliriz.
O zaman belki…
“Hoşça kal” demek bile bir başlangıca dönüşebilir.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.

