Sevin Bayrı
Zamanın var olmadığı o mekândan düşen bir sorudur kalemimin ucuna takılan: Evrenin varoluş merkezine tutturulmuş bir pandül, salınırken ileri ve geri… Senin yaşamını var ettiğin an hangisi? Yarının imgelemini, belleğinde inşa ettiklerinin üzerine kurmuyor musun? O hâlde bu telaş niye?
Merleau-Ponty gibi, bedenin hafızası üzerine gelecek inşa ediyorsak ya da Bergson’ın dediği gibi belleği akışkan bir zaman deneyimi olarak yorumlayıp onun sabit bir kayıt olmadığını bilerek devinim içinde gelecek kuruyorsak, geçmiş her seferinde yeniden yazılıyorsa; o zaman gerçekten neyi hatırlıyoruz?
Heidegger, “geleceğe fırlatılmışlık”tan söz eder. Yani insan, kendi varlığını gelecekle kurar. Bu düşünce, özgürlüğün lanetini de taşır; insan, kendi geleceğini seçmek zorundadır. Seçim ise sorumluluk getirir. Bu durumda, belleğin kurgusal enlem ve boylamında savrulan insan, gelecek üzerine sağlıklı hayaller kurmayı nasıl başarabilir?
Öyleyse, bellek sadece neyi yaşadığımız değil, aynı zamanda nasıl anlamlandırdığımız şey değil midir?
Tüm bu sorularla birlikte, bizi zamanın pandülü üzerinde taşıyabilecek olan, hatırlamanın kendisi değil, anlamın üretimidir. Bu noktada geçmişin ve geleceğin bize yüklediklerine de yakından bakmak gerekir.
Geçmiş, kimi zaman omuzlarımıza çöken ağır, kalın bir örtüdür. Keşkeler, nedenler, iyikiler… Anılarımızı türlü kategoriler altında arşivleriz. Pandül geçmişe doğru salındığında zihin, bu ağırlıkla bir tür hapishaneye dönüşür. Geleceğe doğru yapılan her salınım ise belirsizliği beraberinde getirir. Sonsuz olasılıklar kadar korkutucu bilinmezlikler de barındırır içinde.
Bazen geçmişimiz öylesine zorludur ki, onunla aynı olmamak için geleceğe cesaretle atılırız. Ancak bu salınımlar içinde anı yaşamak, çoğunlukla gözümüzden kaçar.
Bu noktada Nietzsche’nin sözlerini duyabiliriz: “Kendini aş!”
Yani geçmiş seni tanımlamaz; yüklenme her şeyi, sen kendi geleceğini yaratabilirsin.
Tam bu sırada eski dost Sartre ise usulca kulağımıza fısıldar: “İnsan, seçtiği gelecektir.”
İleriye dönük duruşumuzu belirleyen bu felsefi çağrılara bir de Paul Ricoeur’ü eklediğimizde, anlatı devreye girer. Ricoeur, belleği anlatıyla ilişkilendirir; geçmiş yalnızca hatırlanmaz, bir hikâyeye dönüştürülür. Bu hikâye de kimliği kurar.
Burada belleğin anlam üreticiliğine yeniden dönmek gerekir. Anlamı biz dille kurarız. Dil, insanın dünyayı anlamlandırma ve başkalarına aktarma biçimidir. Bu açıdan dil, hem şeyleri adlandırma hem de düşünceleri yapılandırma gücüne sahiptir. Felsefi olarak dilin, hayatla kurduğumuz ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini birkaç düzlemde değerlendirebiliriz.
İlk olarak, dil dünyayı kategorize etmemizi sağlar. Bir çiçeği gördüğümüzde onu “çiçek” olarak adlandırırız. Bu adlandırma, yalnızca bir nesneye isim vermek değil; o nesneyi belirli bir bağlam içinde anlamaktır. İkinci olarak, dil düşüncenin aracıdır. Düşüncelerimizi ifade edebilmemizi sağlar; ancak bu noktada düşünce, dilin ötesinde bir yerde midir?
Dil, düşünceyi şekillendirir mi? İşte burada Whorf-Sapir hipotezi devreye girer: Dilin yapısı, düşünce biçimlerimizi belirler. Bir kültür yalnızca belirli renkler için sözcüklere sahipse, o kültürün insanları renkleri farklı algılar. O hâlde dil, düşünceyi biçimlendirirken aynı zamanda dünyayı nasıl hayal edip kurguladığımızı da etkiler.
Dilin düşünceyi şekillendirdiği bir düzende, düşüncenin gelecek hayalini kurarken dilin kendisinden etkilenmemesi mümkün müdür? Eğer dili belleğimiz oluşturuyorsa ki bu bellek sabit değil, yeniden kurulan bir yapıysa, o zaman dilin anlam üretme gücü de kaygan bir zemin üzerinde yükselir.
Toplumsal belleğin içinden süzülen ve yıllar içinde kurumsallaşan dil, eğer artık sosyal düzende arızalara yol açıyorsa; dili yapıbozuma uğratmak, onu dönüştürmek gerekebilir. Ancak burada esaslı bir sorunla karşılaşırız: Dili yeniden inşa etmek mümkün müdür? Eğer dil, belleğin tortularından ve toplumsal deneyimlerin birikiminden süzülmüşse, onu kökten dönüştürmek, aynı zamanda bu belleği ve deneyimi de yeniden yazmak anlamına gelir. Roland Barthes’ın söylediği gibi, dil bir ideolojidir; her kelime, her yapı, söylemin içindeki iktidar ilişkilerini taşır.
Bu noktada, dilin yapıbozumuna uğratılması, anlamın sabitliğini kırmak ve belleğin monolitik yapısına karşı koymak açısından bir araç olabilir. Derrida’nın “différance” kavramı hem farklılık hem ertelenme anlamını içeren yapısıyla bize şunu söyler: Anlamın sürekli ertelendiği bir düzlemde, geçmişin yeniden kurulması da, geleceğin tahayyülü de sabit olmaktan çıkar asla tam olarak sabitlenemez. Bu nedenle, dilin yeniden inşası, anlamın açık uçlu doğasını kabul etmekle başlar.
Yine de bu yeniden inşa, bir yıkım süreciyle değil, belki de şiirle, metaforla, oyunla gerçekleşir. Dil, şiirsel alanda en esnek, en dönüşebilir hâlindedir. O hâlde, belleğin kıyısından çekip çıkardığımız imgeler, sesler, sözcükler; bize ait yeni bir anlatı kurgusunun ilk adımları olabilir. Bu adımlar, geçmişle hesaplaşan ama geleceğe yönelen bir benliğin varoluşsal yeniden doğumunu mümkün kılar.
Dilin yeniden inşası, sadece kelimelerle değil, ilişki kurma biçimlerimizle de ilgilidir. Yeni bir dil, yeni bir yaşam biçimini ima eder. Şeffaf, açık, empatik bir dil; farklı deneyimlerin, kimliklerin ve zamanların birlikte var olabileceği bir anlatı zeminini oluşturur. Böyle bir dil, yalnızca bireysel belleğin değil, kolektif hayalin de taşıyıcısı olabilir. Ve belki de bu yeni dil, zamanın pandülünde artık bir ileri bir geri değil; dairesel, akışkan ve katılımcı bir devinimi mümkün kılar.
Ancak burada toplumsal düzeyde önemli bir kırılma noktası belirmektedir. Dil yalnızca bireyin değil, toplumun da belleğidir. Bu belleğin içinde çatışmalar, dışlamalar, travmalar ve iktidar oyunları saklıdır. Toplumu ayrıştıran, dışlayan, damgalayan bir dil; sadece kelimelerin yıkıcılığıyla değil, belleği zehirleme gücüyle de bir yıkıma yol açar.
Dışlayıcı bir dil, ortak anlatı zeminini tahrip eder; toplumsal belleği çatlatır. Bu çatlaklardan yalnızca ayrışma, güvensizlik ve yalnızlık sızar. Böyle bir ortamda, birlikte bir gelecek hayal etmek neredeyse imkânsız hâle gelir. Pandül, artık salınmaz; donakalır.
Oysa birleştirici bir dil, empatiyi önceleyen, karşıyı tanımaya çalışan ve çeşitliliği bir zenginlik olarak gören bir söylem, geleceğin ortak düşünü mümkün kılar. Birlikte bir gelecek inşa etmek için önce ortak bir anlam zemini inşa etmemiz gerekir. Bu zemin, ancak kapsayıcı, empatik ve birleştirici dil üzerinden kurulabilir. Bu dil, yalnızca kelimelerin değil, niyetin, dinlemenin ve karşılıklı tanınmanın dilidir. Bir başkasını anlamak için kurulan cümle, geçmişin yaralarını sararken geleceğin de tohumlarını atar. Dil, bir aradalığı mümkün kılar; yalnızca ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz de bir toplumun belleğinde iz bırakır.
Ortak bir hikâyenin ancak ortak bir dille yazılabileceğini fark ettiğimizde, dilin toplumsal sorumluluğunu da kavramış oluruz. Böyle bir dil, kimsenin geçmişini yok saymaz; tam tersine, her belleği onarıcı bir şefkatle kabul eder.
Sonuçta, dil yalnızca ifade değil, var oluş biçimidir. Pandül gibi zaman içinde salınan bizler, geçmişi anlatmak, geleceği kurmak ve anı yaşamak için sözcüklerden bir köprü kurarız. Bu köprünün taşıyıcıları; anlam, empati ve ortaklık olur. Bellek yeniden yazılır, zaman yeniden kurgulanır ve dil, tüm bu dönüşümün kalbindeki nabız olur.
Pandül bir kez daha hareket eder; yalnızca geçmiş ve gelecek arasında değil, seninle benim, bizimle onların arasında da… Aynı dilde yankılanan ortak bir ritimle.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.

