Selma Çalık
Adalet duygusuydu anneme portakalın kabuğunu soydurtan. Dört kardeşe eşit şekilde kendi elleriyle paylaştırırdı. Evimize sayıyla giren portakallar, annemin elinde çoğalırdı. Üç küçük kardeşim yanan sobanın başında, kokusu tüm eve dağılan portakal kabuklarının başını beklerken ben uzaktan onları seyrederdim. Cıvıltıları, sobanın sesine karıştığında sıcacık olurdu içim. Babamla anılarımız pek azdır. Yüzünü çoğu kez göremezdik. Gece geç vakitlere kadar dışarda olurdu. Annem, iki avucunun içine yüzünü yaslayıp, sobanın yanındaki pencereden babamın yolunu gözlerdi. Gelmesi ile gelmemesi arasında bir fark yoktu aslında. Varlığını üzerine sinen nahoş kokudan anladığımız bir baba, hayatlarımıza dokunmaktan ne yazık ki acizdi.
Ayakta durmakta zorlandığı bir akşamdı, eve erken gelmişti. Anneme tekrar çıkacağını söyledi. Ben evin arka odasına kardeşlerimi oynatmaya götürdüm. İçerden yükselen sesleri bastırmak için yüksek sesli şarkılar söylüyordum. Annemin çığlık sesinden sonra bir an dünya durdu ve ben uzay boşluğunda savruluyor gibi hissettim. Çocukları bırakıp yanlarına koştum. Babam dengesini kaybedip yere düşerken, sobanın üzerinde duran çaydanlığa çarpmış. İçindeki sıcak su annemin ellerine, kollarına dökülmüş. Ne yapacağımı bilemedim.
Önce “baba!” diye seslendim, bir yetişkin olarak anneme benden daha fazla yardımı olacağını düşündüm. Yardıma muhtaç asıl kişi oydu aslında. Babam sızmıştı. Horlamaya bile başlamıştı. Annem biraz toparlandıktan sonra beni sakinleştirmeye çalıştı. O vakitlerde evde ilaç kolay kolay bulunmazdı. Annemin kıpırdayacak hali yoktu. Hemen bir kovaya su doldurup getirmemi söyledi. Ardından dolaptan yoğurt da al dedi. Yanığa iyi gelirmiş. Ellerini suya soktuğunda gözlerinden çıkan dumanı hiç unutmuyorum. Ben üzülmeyim diye gözyaşını içine akıtmıştı.
“Yok bir şey yavrum, artık acımıyor” dese de ben kaşlarının aldığı şekilden anlıyordum, acısı çoktu. Ellerini kovadan çıkardıktan sonra elimde tuttuğum havluyla annemin kollarından damlayan suları sildim. “Yoğurdu sen süreceksin” dedi annem bana. Öpmeye kıyamadığım annemin elleri kıpkırmızı su toplamıştı. Titriyordu. Ben de titriyordum. Arada gülümseyerek her şeyin yolunda olduğunu anlatmaya çalışsa da acısı gözlerinden belliydi. Yoğurdu ince bir tabaka şeklinde sürüp kardeşlerimin yanına gittim. İkisi çoktan uyumuş, diğeri halıya kıvrılmış, elindeki arabasını bir ileri bir geri sürerek gözlerini ovuşturuyordu. Işığı söndürüp yanlarından ayrılınca o da uykuya daldı.
Zamanla kabuk tuttu annemin yaraları. O, günden güne iyileşirken benim içimdeki öfke giderek büyüyordu. Yanan sobaya, çaydanlıktaki suya en çok da babama…
“Doktor olacaksın” derdi annem bana. “Hasta olunca beni sen iyi edeceksin.” Çocuk aklı işte, ben doktor olmak istemiyorum diye bağırırdım. Seni hasta görmek istemiyorum.
Sevginin iyileştirici gücünü annemde gördüm. Ele avuca sığmaz dört çocuk nasıl bir arada tutulur annemde gördüm. Bir portakal kabuğunun altından koca bir meyve ağacı nasıl çıkartılır, annemde gördüm. Kabuk tutmuş yaraların üzerine sırf biz mutlu olalım diye çiçek bahçesi nasıl çizilir, annemde gördüm.
Yıllar geçti, bizler büyüdük fakat ben doktor olmadım. Annemin yarası bana başka bir hekimlik öğretti; insanların gözlerinin içine sevgiyle bakıp, ruhlarına dokunarak asıl olması gereken yere şifa dağıtmayı. “İyileşme içten başlar” derdi annem. “Kabuk zaten kurur, düşer. Onu güzelleştirip bir tomurcuk güle benzeten zihnimizdir. Acıyı kabul edip iyileşmeye adım atan da zihnimizdir. Lakin unutma, kalbinin onayı olmadan ne bir yara iyileşir ne de zihnin seni mutlu edecek bir hayata izin verir.”
Psikoloji okudum, bir ofisim ve hayatına dokunmak istediğim danışanlarım oldu. Masamın üzerindeki kasede portakallarım hep oldu. Odamın köşesine küçük bir soba ve üzerine bir çaydanlık koydum. Kimine göre dekor olan bu görüntü, annemin yarasının kabuğundan sızan güneşin resmiydi.


