Emel Altuntaş
Olaylar karşısında sessiz bir duruş sergilemek mi yoksa sorgulama yaparak gürültü çıkarmak mı? Sokrates, “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez,” demiştir.
Sessizliğin kalemi kırıktır. Uzun sürerse mürekkebi de silinir ve görünmez olur. Eğer bu bir varoluş meselesi ise arkasından büyük gürültüler koparacak sorgulamalar yapılması ile tamamlanır. Sorgulayanların bedel ödediği doğrudur. Tarihi onlar yazar, çoğu zaman kanlarıyla.
Baskı ve adaletsizliğin görmezden gelindiği, hiç şaşkınlık yaratmadan toplumun gözüne batmadığı o gün özgürlük, uçurumdan aşağı yuvarlanır. Toplumlar nasıl çöker? Nasıl çürütülür? Savaşlarla mı? Rejim değişikliği ya da darbelerle mi? Yoksa sinsice hazırlanmış, sessizleştirme, duyarsızlaştırma, alıştırma sistematiğiyle mi? Haksızlık ve adaletsizliğe karşı kayıtsız kalma iradesini gösterebilen bireyler yaratan; ürkütücü, suskun bir sistemdir bu. İçinde; sorgulama, öfke, irkilme, tedirginlik ve herhangi bir olağandışılık barındırmaz. İnsanlar çöküş bandında ilerler ve kaçınılmaz toplumsal çürüme yaşanır. Bu sistemin işler hale gelmesi, sonuç alınabilmesi zaman gerektirir. Toplumsal direnç oluşmaması için buna ihtiyaç vardır. Tarihsel bir uygulama olan bu yöntem, insanları boyunduruk altında tutmak için her toplumda ve farklı coğrafyalarda uygulanmıştır. Hedef gösterilerek yapılan tartışmalar, suçlamalar, sürekli tekrarlarla normalleştirilir. Böylece toplumun, sorgulama yapma güdüsü elinden alınmış olur. Bu şekilde itibar kaybı yaşayan hedef, artık tutuklanmaya hazırdır. Toplum ise şaşırmadan kabullenmeye çoktan programlanmıştır.
Suskun ve sessizce çürümek yerine, sorgulayarak gürültü çıkarmak büyük bir cesaret gerektirmiyor.
“Yürüyüşler düzenlemeyi seven iktidar partisine mensup olmak için doğmuş, birtakım insanlar vardır. Bu insanların bedensel yetenekleri, kitleleri yönlendirsinler diye adeta bir terzi tarafından ölçülüp biçilerek kendilerine dikilmiş gibidir. Yürüyüşlerde sürekli bağıran ve onu taşıyan bu insanların hançeresinin gücü ve kuvveti her zaman yerindedir.”
Nihad Siris, Sessizlik ve Gürültü
Burada asıl mesele, gürültüye teslim olmak zorunda kalan hanelerin, sessizliğidir. Sessizliğin ödülü, şimdilik, belki özgür kalabilmektir. Otorite karşısında hissedilen korku, zamanla suskun ve eleştiriden kaçınan bir toplum yaratır. Amaç hayatta kalmak ve normali yaşayabilmektir. Böylece içinde eşitsizliği, adaletsizliği barındıran bir düzen kurulmuş olur. Haksızlık ve zorbalık karşısında sessizlik ve dayatmacı gücün ağzında gürültü varsa bu durum hiç de alkışa değer değildir.
İnsan fiziksel ve zihinsel olarak sürekli bir etkileşim halindedir ve bu karmaşa içinde kendi yaşamının mücadelesini verdiğini sanır. Evlerin, neredeyse her odası ayrı ayrı işgal altındadır. Salonda, oturma odasında, yatak odalarında, mutfakta, banyoda; televizyon, tablet, cep telefonu bangır bangır bağırmaktadır. Bu durum, giderek bireyselleşen ailenin ortak duygu yapısını bozmasına rağmen, kişisel alanda özgürlük adı altında servis edilmektedir. Böylesi bir kakafoni içinde kişi ne dinginliğe ne de düşün yolculuğuna ulaşır. Bu, bireysel ve fiziksel meselenin çok ötesinde, toplumun katmanlarında yer bulan bir problemdir.
Sessizlik; bir susuş, kabulleniş, kaçış gibi algılanabilir. Yarattığı boşluk duygusu, tedirgin edici ve güvensizdir. Oysa derin düşüncenin mekanı, doğru hamlelerin serbest dolaşımıdır, zamanın ve gerçekleşen olayların hissedilmesi için açılması gereken bir büyük parantezdir de. Sessizce gösterilen saygı ve sabır, adaletsizlik karşısında başkaldırıp gürültü çıkarıyorsa masumdur.
Modern yaşamın gürültüsü içinde insan varlığını unutur çoğu zaman. Bunun karşısında sessizlik, bir kaçış ya da direnişe dönüşür, genelde dikkat edilmese de güçlü ve sarsıcı bir toplumsal araçtır. Sessizlik, bir ifade biçimidir ve içinde korkunç çığlıkları, itirazları barındırır. Kanlı bir savaşın öncesinden daha sırlı ve tehlikelidir. Sanatın birçok dalı sessizliği ve gürültüyü, anlamı aktarabilmek için ön plana alarak kullanmıştır.
Eğer kulak verilirse sessizliğin haykırışları duyulabilir. John Cage 4’33” adlı eseriyle sessizliğe uç bir örnek oluşturmuştur. Hiçbir notanın çalınmadığı bu eser boyunca sadece bulunulan ortamın sesleri duyulur. Belki de biraz olsun sessiz kalıp düşünmeyi, sessizliğe kulak vermeyi öğütlüyordur.
Sözsüz ve derin sahnelerle sessizlik, sinemaya da sızmıştır. Tarkovski, “Ayna” filminde soyut duyguları imgelerle anlatmayı başarmış, sessizliğin gücünü filmi görenlerin aklına kazımıştır.
Albert Camus’nun “Yabancı” adlı romanında ana karakterin sessizliği, ondaki bağ kuramamış duyguyu okuyucuya yansıtır. Sessiz ve donuk bir tepkidir bu. Hayattaki yalnızlığın çığlığıdır, terli ve umutsuz.
Sanat; dinginliği, huzuru, içsel yolculuğu sessizlikle; insanların iç dünyasının karmaşasını, çatışmalarını da gürültüyle ifade eder. İşte James Joyce, Ulysses’te şöyle bağırıyor;
“Ananaslı draje, limonlu parmak şeker, karamela. Şeker mi şeker kız, bir Hristiyan birader için kepçeyle özünü kürüyor. Okulda ikram maksatlı muamele. Oysaki esasen mide fesadı. Kralımız majestelerine has pastil ve bonbon imalatçısı. Tanrı. Bağışlasın. Bizimkini. Tahtına kurulmuş, kırmızı çiğde şekerini emiyor. Y. M. C. A. üyesi oturaklı bir delikanlı, Graham Lemon’dan tüten hoş sıcak buharının içinde erkete, Bay Bloom’un eline at gitsin diye bir el ilanı tutuşturuyor. Kalp kalbe sohbetler. Bloo . . . Ben mi? Hayır. Blood of the Lamb demem o ki Tanrı’nın kuzusunun kanı. Bir yandan okuyadursun, ayakları onu usulca nehre doğru götürüyordu. Bağışlandın mı? Herkes kuzunun kanında yıkanıyor. Tanrı kurban niyetine kan aksın istiyor. Doğum, kızlık zarı, şehadet, savaşlar, bir binanın temeli, kurban, yanık böbrek adağı, druidin sunağı. İlyas geliyor. Sion’daki kiliseyi yeniden ihya eden Dr. John Alexander Dowie geliyor. Geliyor! Geliyor!! Geliyor!!! Her kim olursa olsun, gelsin.”
Joyce’nin karakterinin iç dünyası tam bir görsel şöleni andırıyor. Bloom’un sadece o gün değil, belki de hatırlayabildiği hayatı boyunca duyduğu, gördüğü, tattığı birçok şey hakkındaki düşüncelerinin coşkulu gürültüsüdür bu.
Bir dokuma atölyesinde, kulaklarımızda bir çift tıkaçla saatlerce çalışmaktır yaşamak bence. Çünkü bunu gerçekten deneyimledik. Tıkaçlardan usanıp o desibele maruz kalınca işitmemeyi de öğrendik. Bütün sesler zamanla kayboldu. Büyülü, kocaman ve giderek genişleyen bir mağaranın ağzından gelen ulumadan başka bir şey işitilmiyor artık. İçeride ne olduğunu ifşa etmek isteyenleri hemen yutuveriyor, bu uğursuz ağız.
Gürültü ve sessizlik beraberce hem dışımızda hem de içimizde varlığını sürdürür. Bazen bir davet, bazen kayboluş olur. Yeri ve zamanı doğru kullanmak gerekir. Hadi! Sorunlarımızı konuşalım, çözüm üretelim, böylece kolektif ilerlemeye büyük bir adım atmış oluruz. Eğer alt ve üst kutuplardan bastırırsak birbirimize yaklaşabilir, daha net görüp, duyabiliriz. Çoğuz biz, diğer hizipçilere karşı güçlü ve sayıca fazlayız. Çünkü sadece gürültücü ve sessiz kalan değiliz. Her ikisiyiz. Çıngay Han’ı hatırlayalım, ağzımıza pelesenk olan, çıngar çıkaran ve durdurulamayan büyük devrimciyi… O burada, aklımızla kalbimiz arasındaki yonca tarlasında uyukluyor.

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.