Betül Çakıroğlu
Bu akşam fark etti. Evin karşısındaki her an ölümü hatırlatan türbeye yeşil ışıklar takmışlardı. Ölümü sevimli kılmak için yapılan bir çaba mıydı? Yoksa sadece belediyenin yaptığımız işler listesine eklediği bir şey miydi? Türbe yeşil ışıklı ya da değil annesi, “Oğlum içme şu zıkkımı türbeye karşı çarpılacaksın,” derdi. Babasının emekli ikramiyesi ile aldığı buradan önce yaşadıkları evde de annesi içme şu zıkkımı derdi. Oradaki en yakın türbe bir sokak ilerideydi.
Buradan ayrı kaldığı üniversite yılları için de annesi evdeki baskınlığını giderek arttırmıştı. Babası ise emeklilik ile amacı olmayan, kahvede oturan bir aylağa dönüşmüştü. Bir ilerleme ve bir dönüşüm hikâyesi.
Annesi ile babası ona karışırdı. Neden geç kaldın? Neden geç yattın? Taşa basma! Kahvaltını yap! Annesi bunlara takılırdı. Daha yüzeysel şeyler. Babası ise şu anda üç konuya takılmıştı. Daha içsel ve daha rahatsız edici olan başlıklardı bunlar: askerlik, iş, evlilik. Babasının ağzından bunlardan biri çıktığı anda odayı, oda yetmezse evi terk etmekte bulmuştu şimdilik çareyi. Bunlar zaten hayatının akışının içinde ne kadar ertelerse ertelesin olacak şeylerdi. Üniversiteyi yeni bitirmiş bir adamdı ve nefes almaya ihtiyacı vardı. Bu nefesi anne babasının yanında alamazsa, doğduğu ve sevdiği bu kasabada alamazsa nerde alacaktı?
O zıkkımı türbeye karşı içmemek için evden çıktı. Karanlık ve soğuktu. İki tekinsiz mahallenin birleşim noktasıydı burası. Devlette geçen onca yıldan sonra bu kasabada bile ancak burayı alabilmişti şu anda bir aylağa dönüşen baba. Kumbara’ya -mekânın adı buydu- vardığında arkadaşlarını çatı katında otururken buldu. Hep oturdukları masada oturuyorlardı. Nelerden konuştular? Ne içtiler? Nasıl güldüler? Hangi şarkıyı söylediler? Eve onu bıraktıklarında hiçbirini hatırlamıyordu. Yarın için de bir şeyler yaparız demişlerdi. O kaldı kafasında bir tek ama hayal meyal. Her gün aynı geçmeye başlamıştı. Aylaklık bu kasabanın insanlarına zamanla kazandırdığı bir özellik miydi acaba? Sürekli arkadaşları ile bu kasabada sıkışıp kaldıklarından konuşuyorlar, ama bir çaba içine de girmiyorlardı. Nefes süresinin bitmesini bekliyorlardı.
Sabah başucuna atılan bir kitap sesi ile uyandı. O daha uyuyacak mısın, diyen annesinin sesi ile kalkmayı planladığından şaşırmıştı. Kalın bir kitaptı. Yattığı için kapağı göremiyordu. Hafifçe doğruldu. KPSS yazıyordu kapakta. Uykudan gerçek hayatının kâbusuna uyanmıştı. Babası bir şey dememişti. O da demedi. Birbirlerine karşı sadece hareketler yapıyorlardı. Kitap atma hareketine karşılık o da bir şeyler atıştırıp hemen evden çıktı. Tüm hayatını devlet için çalışıp bitiren adama ben senin gibi olmayacağım, nasıl denirdi ki? “Babaların oğulları için kurdukları hayallerde hep kendi meslekleri yatar” demişti bir gün babası. Bu hayali nasıl kırabilirdi ki? Ben senin gibi vizyonsuz değilim! Başka planlarım var denir miydi?
Aylin’i aradı. Sıkışanlardan Mine ya da Onur’u değil de onu aradı. Buluşmaları on beş dakika sinemaya gitmeleri beş dakika sürdü. Bu dakikalar içinde neden Aylin’i aradığını düşününce elleri terledi. Kendini o kadar yetersiz, o kadar işe yaramaz hissediyordu ki böyle bir şeyi düşünmekten bile kaçıyordu. Şu anda bu iyi bir arkadaşı kaybetmekten başka bir işe yaramayacak zavallı hamle gibi göründü gözüne. Onur’un tüm gaza getirmelerini bertaraf etmeyi başarmıştı. Şimdi baş başa sinema fikri tekrar Onur’un ağzını açacaktı. Aylin’in de hiç olmayacağı kadar süslenmesi gözüne takıldı. Film güzel mi diye sordu. Güzel aksiyon dedi gişedeki arkadaşı. Girdiler. Sinemada kimse yoktu. Zaten hep öyle oluyordu. Film oldukça anlaşılmaz, konusuz ve erotikti. Utandı. Tek hissettiği buydu. Ara oldu. Çıkalım istersen dedi. Gişedeki arkadaşları atıldı. İkinci yarı çok güzel dedi. Aylin kalalım o zaman dedi. İkinci yarı daha da kötüleşti, yerin dibine girdi. Aylin pek umursamamıştı. Olsun ya dedi ve hafifçe kolunu sıvazladı. Dokunsal bir tepki beklemediğinden irkildi. Filmin stresini üzerinden atamamıştı. Aylin gülüp duruyordu. Arabadan inerken camı açıp seslendi.
“Akşama Minelerdeyiz. Film seyredeceğiz. Unutmadın değil mi? Seni alayım mı?”
“Yok ben gelirim.”
“Tamam. Görüşürüz.”
Yemekte “Yarın askerlik şubesine gideceğim,” dedi ve sofradan kalkıp kapıyı çekip çıktı. Annesi ve babası bir şey diyemedi. Türbenin yeşil ışıkları yanıyordu. Ama sokak tekinsiz, karanlık ve soğuktu.

Betül Çakıroğlu, Gelibolu’da doğdu. Mimarlık eğitimi için geldiği İstanbul’da kızıyla birlikte yaşıyor. Mimarlık bir yana edebiyat sevgisi bir yana diyen yazar her zaman çantasında taşıdığı kitaplarından vazgeçmiyor. Çocuk kitapları yazma, çocuk kitapları editörlüğü, çocuk ve gençlik edebiyatı başlıklı çeşitli atölyelere katıldı. Yazarın ilk kitabı Kumdan Hayaller olsa da kollektif kitaplarda öyküleri ile ve editörlük yaptığı kitaplarla da okuyucu ile buluştu.

