Şehnaz Orhan
Sirkeci’den tren gider,
Vagon gider, derdim gider.
Gurbet elde bir başıma,
Varım yoğum alır gider.
Ali Akbaş
Sirkeci’den Tren Gider
Karşımda oturan sekiz yaşlarındaki hafif yağlanmış, düz saçları ile kara çocuk, bir yandan burnunu karıştırıyor bir yandan da dalgın dalgın trenin geçtiği yerlerdeki hızlı görüntülere göz hareketlerini uydurmaya çalışıyordu. Annesi diye tahmin ettiğim kadın ağzı açık, kenarından tükürüğü sızar biçimde uyuyordu. Ağaçlar, elektrik direkleri, birkaç inek, doğayı örten yeşil bitkiler… Tüm bunların hepsi beni bitişe yahut sonuçlarını tahmin edemediğim bildik ama yenilenecek bir başlangıca, baba evine doğru ittiriyor gibiydiler. Çocuğa baktım aynı hızla gözlerini oynatıyor, bir yandan da esnemeye başlıyordu. Dönüş yolculuğumun ikinci gününde olmama rağmen aynı kompartımanda yolculuk yaptığım bu insanlarla tek kelime bile konuşmamıştım. Oysa ne çok soracağı vardı beni iki gündür dikkatlice izleyen kadının.
“Neden dönüyorum, çocuğum yok mu, kocam Almanya’da mı kaldı, nasıl yani baba ocağına mı geri dönüyorum, bitirdim mi her şeyi? Bir çocuğun olsa böyle olmazdı ki yavrum…
Çocuğum olabilseydi, karşımda oturan kadar olurdu yaşı diye düşündüm. İçim sıkıldı birden. Camdan öteye kafamı çevirip ben de oğlanın yaptığı gibi arkamda bıraktığım bu doğayı gözlerimi hızla kaydırarak takip etmeye başladım. Cevap verirdim belki kadına bir şeyler sorsaydı bana.
“Ben kısır Ayşe. Döllemesine bir türlü karşılık veremediğim Alamancı kocam Bekir’in misafir işçi olarak Sirkeci Garı’ndan Münih’ e doğru başladığı yolculuğunu, ben şimdi tam tersini yaparak kendimce bitiriyorum.”
Kocamın kısır Ayşe’si memleketine dönüyordu artık. Çocuksuz, dölsüz, kocasız… Sadece tahta bavuluma koyduğum birkaç öksüz eşyayla. Misafir işçi olarak gittiği kocam tornacı Bekir’in yanına “tam bir aile olalım” diye iki yıl sonra gittiğimde, ağzımda kandırılmanın buruk bir tadı hep var olarak kalacaktı.
“Geleceğim, döneceğim, sabret bir yıl para kazanayım, zenginlik güzel şeymiş diyeceksin bak gör, söz sana!”
Çok sözler verildi ya bana.
“Sen de söz verdin ama bak çocuk olmuyor, hamile kalmayı beceremiyorsun işte.”
İki gündür oturduğum yerden kalkmadan, yemeden içmeden hatta işemeden ellerimi bağlamış, içerilere sinen ağır kokuya alışmış, öylece duruyordum. Bekir’i geride bırakıp memlekete dönme kararını başkası vermiş gibi, kendimi uzaktan bir yerden seyrediyor gibiydim. Kasabada evimizin avlusunu süpürürken, köyden arkadaşınla lak lak yapmaya gelmiş olan Bekir’in, avluyla mücadelemi görüp beni kendine istemesinden bu yana geçen sekiz yıl, biraz daha zayıflamama, ellerimin hafif titrek olmasına-nedeni bilinmez ama- daha fazla temizlik deterjanı gibi kokmamama sebep olması dışında, siyah saçlarımda, ince bedenimde pek bir değişiklik yapmamıştı. Oysa ki önce Almanyalar’a Sirkeci Garı’ndan uğurladığımız Bekir’in arkasından herkesler ağlıyor diye zoraki gözyaşlarımı akıtmıştım. Gözyaşları, tren penceresinden sarkan adam kafaları, belirsizliğe doğru yeni başlangıçlar, duman kokusu, gürültü, hıçkırıklar…
Bu manzaranın karşısında “misafir işçi” olarak gidiyor, bu kadar mübalağaya gerek var mı diye düşünen sadece ben olsam da, duygusuzluğumu belli etmemem icap ederdi diye düşünmüştüm, gözlerimin hafif akan yaşlarını elimin tersiyle silerken.
Ben herhalde adam sevmeyi bilemedim, diye düşündüm birden. Rahmim de yumurtalıklarım da bu duygusuzluğuma küstüler bence. Bebek için diğer uzuvlarımla birlikte gelişebileceği bir yatak hazırlayamadılar içimde. Oldu olacak bekleyişler, hayal kırıklıkları, her adet dönemime bir lanet okuyuş, umutlar, yaşamımıza acılı izdüşümleri, ruhumda hissettiğim küçülmeler, ufacık kalmalar hatta yok olmalar…
Seveyim biraz onu dedim, nefret de etmiyordum aslında. Ne sevmek ne de nefret etmek arasındaki sıkışmışlığım, hep kendimi suçlu hissettirirdi bana.
“Alemin çocuklarına özenerek geçiyor ömrümüz” derdi kalın sesiyle Bekir. Cevaplar yerine, nasıl arzularım onu diye uğraştım bayağı bir süre. Gerçekten seversem kim bilir, çocuğumuz o zaman yerleşirdi vücudumdaki yatağına. Kocamı öpmeye çalışmalarım, sarıp sarmalamaya çalıştığım biraz gücenikli halim, biraz acemi ayaklarım, kollarım, bütün uzuvlarım. İttirmeler, kaktırmalar…
“Alaman kadınlarına mı benzemeye çalışıyon, napıyon yahu!”
Utançların en büyüğü, fahişelerin en masumu kalırdım o gecelerde. Ne yapacağını bilmeden arkamı dönüp, karnımda olsaydı o şekilde duracak olan bir cenin gibi kıvrılırdım, istenmediğim sevişmelerde. Alaman kadınını tercih edip, bitişimizi hazırladığında hep bu sahneler kafama takılırdı. Seviştiği o kadın, beni tercih ettiği o kadın, döllediği o kadın, beni benzetmekten tiksindiği ama asıl sevdiği o kadın olmadı mı sonunda? Suçum sevişmeyi istemek miydi acaba?
Birden karşımda oturan kadının elinde uzattığı poğaça ile birlikte bana seslenmesiyle irkildim. Ayıp olmasın diye alıp, ağzımda büyüterek yemeye çalıştım. Termosundan çay da çıkardı. Kahveye çok alışmıştım Almanya’da ama çayın yerini bir şey tutmuyor diye düşündüm gene de.
Nerede olduğumuzu tam bilemiyordum, aynı kocam artık beni de Almanya’ya sözde aile olmaya çağırdığında, yeni hayata başlangıç için, trenin sarsıntılarıyla uykusuz geçen yalnız başıma yaptığım yolculukta olduğu gibi. Hayatımdaki sarsıntıların yanında trenin gürültüsünün ne kadar cılız bir gürültü olarak kaldığını sonralarda anlayacaktım. Sözler tutulmamış, “döneceğim bir yıl sonra” sanki denilmemiş, baba ocağı “yerin kocanın yanıdır gideceksin” denileceği düşünülmemiş, memleket geride bırakılıp, ne olacağı belli olmayan yere gönderileceğim tahmin edilememişti yazık ki.
“Fabrikanın bize verdiği yatakhanelerde kalmaktan çok yoruldum, artık biraz para da kazandım, ev tutalım, az daha kazanınca çoluk çocuğumuzu garanti altına alıp döneriz.”
Ne çoluk ne çocuk ne garanti ne de dönüş… Doktorlar, bebek için tedaviler, para biriktirmek için gittiğim temizlik işleri, Almanların aşağılayıcı bakışları, kendi hısımlarımızla kurduğumuz köylerimizin özlemini hafifleten, daracık karanlık sokaklardaki lojman önleri sohbetleri… Kimimizin kimsesizin sadece biz olduğumuzu anladığımız yabancılık duygularımız. Biz aslında kimsesiziz, peki neci olarak dururuz acaba bu gurbet ellerde? Umut muyuz, hayal kırıklığı mıyız, beklenti miyiz, çaresizlik miyiz, başlangıç mıyız yoksa bir şeylerin kaybının verdiği bitişler miyiz?
Karşımdaki kadın çay isteyip, istemediğimi sordu tekrardan. Baktım sohbet etmek için rüşvet teklif ediyor. Gözlerimi kapatıp uyuyor numarası yaptım. On beş dakika sonra karınları tok, sırtları gerçekten pek olan ana oğul gene uykuya daldılar.
Rahatlamıştım. Kadın soru sorsa ne anlatacaktım ki? Sözlerin gene tutulmadığını mı, bitişlerin başlangıçlara dönüşmediğini mi, çoluk çocuğa karışamadığımızı mı, Bekir’in Alaman kadınla olan yeni başlangıcını mı? Hangisinden başlayacaktım bilemezdim zaten. İçimin buz gibi oluşunu bu nedenlerden hangisine bağlayacaktım? Şunu diyecektim ve o sadece irkilip beni anlayamayacaktı. Ablacım hayatımın özeti şudur; Kocamın yatağında sadece ona ait olan bir fahişe de olamadım, anne de olamadım!
Kadının gözleri yuvalarından çıkacak, poğaçalarıyla, termosuyla ve çocuğuyla yanımdan ayrılıp boş kompartıman arayacaktı kendine kim bilir? Namuslu olduğuna inanan, kendinden emin annelerin olduğu kompartımanlar…
Yaklaştığımızı hissediyordum Sirkeci garına. Olacakları hesaplamak o kadar zor değildi belki de. Annemin gözyaşları, babamın asılmış suratı, erkek kardeşimin sanki alabileceği bir intikam varmışçasına zoraki öfkeli halleri… Oradaki tüm umut bekleyen insanlar silikleşecek gözümde ve benim neyle karşılaşacağım, onların da neyle karşılaşacakları trenin varış saatinde açığa çıkacak. Dik bir kafayla trenden inişim babamı sinirlendirecek, annemi utandıracak, kardeşimi ise şaşırtacak. Kompartımandan kaçan kadın ise poğaça poşetini iyice düğümleyerek, sanki yanımda iki gün oturmamış gibi beni görmezden gelip, namuslu annelerle trenden inecek. Sadece oğlu, sümüklü eliyle hoşça kal yapacak bu dünyada…

Şehnaz Orhan, Bursa doğumlu. Evli ve iki çocuk annesi. Psikoloji ve edebiyat, hayatında her zaman en sevdiği alanlar arasında yer aldı. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu ve aynı üniversitede İşletme yüksek lisansını tamamladı. Psikolojiye olan ilgisi nedeniyle İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında yüksek lisans yaptı; ayrıca ICF onaylı koçluk yetkinliği kazandı. Halen Bursa’da bir patoloji laboratuvarında yönetici olarak görev yapıyor. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Lisans Programı’na devam ediyor. Yaratıcı ve ileri düzey yazarlık atölyelerinde eğitimlerine devam ediyor ve kolektif kitaplarda öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor.

