PSİKANALİTİK KURAMLAR İZİNDE FİLM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER…
MUALLA ÇELİK HIDIROĞLU
New York’un kalbinde. Kırmızı bir telefon kulübesinde. Hem fiziksel hem de ahlaki bir sınavla geçen 81 dakika. Sinema tarihinin en çarpıcı psikolojik gerilimlerinden bir sahne. Joel Schumacher’in yönettiği, Colin Farrell’in başrol üstlendiği Telefon Kulübesi (Phone Booth – 2002) filmi, modern insanın kendinden kaçışının ve nihayetinde kendisiyle hesaplaşmasının mükemmel bir metaforunu sunuyor izleyicisine…

Filmin ilk sekansı, New York Times Meydanı’nda geçiyor. Kahramanımız Stuart Shepard, cep telefonuyla konuşarak kalabalığın içinde hızla yürüyor. Bu meydanda her zaman kaos hakim; gürültü ve kalabalık. Herkesin acelesinin olduğu, koşturduğu yerde hiç kimsenin birbirini ne görme ve duyma imkânı var. Meydan, aklıma Goffman’ın sahne kuramını getiriyor: Sahne önü ve sahne arkası… İnsanların rollerini oynadığı, kimsenin gerçekten kendisi olmadığı o gösterişli toplum. Kalabalık ama yalnız, gürültülü ama duygusuz.
Shepard, kendini beğenmiş ve manipülatif bir kişilik. Karısını aldatan, kendine hayran bir adam. Medya, kariyer ve imaj takıntısı onun gerçek benliğini örtüyor. Günlük telefon görüşmelerini yaptığı bir telefon kulübesinde, keskin bir nişancı tarafından rehin alınınca Stu Shepard’ın sınavı başlıyor. Nişancı onu ahlaki olarak yüzleşmeye zorluyor. Shepard, gitgide artan baskı altında hayatındaki yalanlarla ve gerçek benliğiyle hesaplaşmaya başlıyor.
Medya aracılığıyla bu yüzleşme toplum önünde oluyor. Bir ses olarak Shepard’a ulaşan keskin nişancı, onu “görülme” ve “açığa çıkarılma” korkusuyla yüzleştiriyor. Telefon kulübesinde karakterin personası parça parça çözülüyor.
Byung-Chul Han’ın ‘Palyatif Cehennemi’nde bir anti-kahramandır, Stuart Shepard.
Meydan, Byung-Chul Han’ın’ın ‘Palyatif Toplumu’dur. Onun palyatif toplum tanımı, bu filmde Times Meydanı’nın kalabalığında vücut buluyor. İnsanın içsel acısını, yalnızlığını, ahlaki çöküşünü görünür kılan bir seyir yerinde…
Freudyen Bir Labirent:
Suçluluk ve Arınma
Filmi izlerken kulübenin küçük, dar mekânı bana Freud’un bilinçdışı kavramını anımsatıyor. Bu kulübe camla çevrili; içindekini görünür kılan, mahremiyetini yok eden. Mekân, bireyin bilinç ile bilinçdışı arasında sıkıştığı geçiş alanını simgeliyor. Shepard bastırdığı suçluluk duygusunu, yalanları ve narsistik zırhını tek tek sökmek zorunda kalıyor. Kahramanın bastırdığı ne varsa ortaya saçılıyor.
Bastırdıklarımız asla kaybolmaz; bir gün saklandığı yerden gün yüzüne çıkma gibi bir huyu vardır gerçeklerin. Beklenmedik bir sesle, sıradan bir günde, çok tanıdık bir tonda, karşımıza olmadık yerde dikilir…
Kulübenin içindeki adam için de böyle. Gündelik hayatının dışına düşüyor bir anda. Zaman bükülüyor, roller silikleşiyor. Kalabalık meydanda, herkesin gözü önünde, televizyon ekranlarına yansıyor yüzü. Herkesin izlediği bir sahnede o artık.
Ötekinin sesi en çok, kendi iç sesimizi susturduğumuzda gür çıkar…
Telefon Kulübesi, Stuart’ın dış dünyayla kurduğu yapay iletişimin de ironik bir simgesi. Nişancı görünmeyen ama her şeyi bilen bir karakter. Onun en küçük ahlaki hatalarını, gizli planlarını bile biliyor.
Kahramanımız, zamanla telefondaki sesin sadece bir ses olmadığını fark ediyor. Tehdit eden, yönlendiren, çözen bir sest bu. Lacan’ın ‘Büyük Öteki’nin; Baba’nın, Tanrı’nın, süperegonun sesi…
Filmin sonuna yaklaşırken o sesin anlamı değişiyo. İlk başta tehdit gibi gelen, sonra yargılayan bir göze dönüşüyor. İç benliğin sesi…
Cezalandırıcı, gözetleyici ve suçluluk duygusunu harekete geçiren bir içsel güç. Toplumun, dinin ve ahlakın içselleştirilmiş yargıları. Sesin giderek Stuart’ın kendi vicdanına dönüşmesi, süperegonun şizofrenik parçalanışını yansıtır. Gözyaşları içindeki itirafları, onun aslında içten içe bir cezayı arzuladığını gösteriyor. Mazoşist bir yapı bu aynı zamanda. Freud, suçluluk duygusunun bazen bireyin ceza arzusuyla birleştiğini belirtiyor. Çünkü ceza, suçluluğu hafifletir.
Telefon Kulübesi, bir adamın fiziksel olarak bir kulübeye, psikolojik olarak ise vicdanının sıkıştığı yere hapsolma hikâyesi. Film boyunca bir tür ahlaki arınma ritüeli izleriz. Shepard’ın içindeki karanlıkla yüzleşmesi, bir aydınlanma süreci. Bu süreçte hem bastırılan suçluluk hem de narsisistik savunma mekanizmaları çözülür. Nişancı onu bir nevi “dönüştürüyor.”
Stuart’ın nişancıya “Beni vurma” değil, “Beni affet” demesi, filmde en etkileyici sahnelerden biri. Kim affedecektir kendisini? Kimden af dilemektedir Stuart? Bu bir katarsis.
“İyi bir insan değildim” diyor başka bir yerde. Modern insanın belki de en korktuğu şey bu olsa gerek: Kendine dürüst olmak.
Özgürlük, seçimlerimizin ağırlığını omuzlarımızda hissettiğimiz o ilk andır…
Bu filmde, bireyin aydınlanma yolculuğunda varoluşsal sancılarına, kahramanın itiraflar ayinine tanıklık ediyoruz.
Diğer yandan toplumsal eleştiriyi de görüyoruz, ahlaki yozlaşmayı da. Bir anlamda topluma ayna tutuluyor bu filmde. Sonunda maskeler düşüyor, perde kapanıyor.
Telefon Kulübesi, 21. yüzyıl insanının trajedisini tek bir mekâna sığdıran bir başyapıt. Tüm psikanalitik kuramları içinde barındıran film bittiğinde terapiden çıkmış gibiydim. Biraz yaralı ama hafiflemiş olarak ekranı karartıyorum. Şimdi düşünme zamanı…

Mualla Çelik Hıdıroğlu
Endüstri Yüksek Mühendisi. Yürüttüğü projeler ve çalıştığı sektöre getirdiği yenilikler nedeniyle Dünya Gazetesi tarafından ‘Yılın En Başarılı İş Kadını Ödülü’ne layık görüldü. Kadın dernekleri ve birçok sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer aldı, başkanlık yaptı. Profesyonel kariyerini sonlandırdıktan sonra sanat ve edebiyata yöneldi. Resim çalışmalarına kendi atölyesinde devam ediyor. Yaratıcı yazarlık, derin okuma, felsefe, mitoloji ve psikoloji alanlarında birçok atölyeye katılırken, disiplinlerarası bir yaklaşımla sanatsal gelişimini pekiştirdi. Öyküleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Distopya ve Suare Dergi’ye yazar olarak katkı sunuyor. Hayat boyu öğrenmeyi ilke edinen yaklaşım doğrultusunda, sanat ve düşünce ekseninde üretimlerini sürdürüyor.


