Semira Nur Bilir
“Çatlamış ayaklarının kabuğu, toprağın sertliğini içeri alırken umudunu dışarı sızdırmıyordu.”
Yola çıkarken taşıdığım en ağır şey, birkaç parça eşyam değil, içimden bile geçirmeye korktuğum umudumdu. Çünkü umut etmek, kendini açığa bırakmak, aynı zamanda yaraları sarmaktı. Umutsuzluk ise yarayı açık bırakır, kanatır ve beni yola çıkmaktan alıkoyardı. En ufak bir darbede yaralarımın yeniden kanamaması için kabuk tutmasını bekleyecek zamanım yoktu. Yürümek, doğup büyüdüğüm köyden ayrılmak zorundaydım.
Ayakkabılarımın tabanı incelmiş, derisi çatlamıştı. Topuklarımın acısı, yolun uzunluğunu her adımda hatırlatıyordu. Yine de durmadım. Çünkü durmak geriye bakmak demekti, geriye bakmaksa artık mümkün değildi. Arkada bıraktıklarımın ağırlığı beni sürüklüyor, önümdeki belirsizlik ise korkutuyordu. Daha on sekiz yaşındaydım. Dünyadaki yaşıtlarımın nasıl hayatlar yaşadığını bilmiyordum. Evimizde televizyon yoktu, komşu köylerde bile yalnızca birkaç ev uydu antenine sahipti. Haberler çoğunlukla ağızdan ağza yayılır, bazen de geceleri radyo cızırtıları arasından yakalanırdı.
Dün gece, en yakın köyün basıldığı haberi geldiğinde, yüreklerimiz kor gibi yanan ateşle kavruldu, yüzlerimize dehşet düştü. Haberi getiren kadın, iki küçük çocuğuyla birlikte gecenin bir yarısı çığlıklar içinde çıkagelmişti. Bütün o yolu hem kurtulma umuduyla hem de gördüklerinin dehşetiyle yürümüştü. Büyük oğlu kanlar içinde annesine yaslanıyor, kadın ise adımlarını sürüklercesine atıyordu. Küçük çocuğunu kollarının arasından akrabalarının ellerine bıraktığında, gözlerinde huzur, dilinde şükür yerleşmişti. Oğlunu sağ salim emanet edince, anlatacaklarının korkunçluğu dilini parçalar gibi hızlı hızlı dökülmüştü dudaklarının arasından. Köylerini basmışlardı… Evler ateşe verilmiş, değerli ne varsa toplanmıştı. Erkekler öldürülmüş, kadınlar köy meydanında toplanıp yanlarında götürülmek üzere bağlanmıştı. Kadın ve büyük oğlu sabaha çıkamadı. Yıllardır süren savaşlar köyün erkeklerini eksiltmiş, geriye kalan birkaç kişi de silahların gölgesinde suskun kalmıştı. Köyün ileri gelenleri göç kararı aldı. Katliamdan kurtulan küçük çocuğu da yanımıza alıp, güneş doğmadan yola çıkmıştık.
Ben, Naledi. On sekiz yaşındaydım ve hiç çocuk olmadım, çünkü doğduğum topraklarda kader bize çocukluk yazmamıştı. Gözlerimi açtığımdan beri ölüm hep etrafımdaydı. Önce annemle babam gitti bu acı dolu dünyadan. Sonra da ağabeylerim, kana doymayan savaş tanrısına kurban verilmek üzere savaşlara gönderildi. Geri dönmediler. Yaşıyorlar mıydı, yoksa çoktan toprağın altında mıydılar, bilmiyordum. Her gece gözlerimi kapattığımda, onların bir yerlerde hâlâ nefes alıp almadığını düşünürdüm. Bu belirsizlik, ölüm haberinden bile ağır geliyordu bana.
Çantamda yalnızca bir şal, biraz kuru ekmek ve küçük bir şişe su vardı. Omuzlarım ağrıyordu ama asıl yük kalbimdeydi, kimseye göstermediğim umutla korkunun çatışması. Bazen yolculuğu sırtımda değil, yüreğimde taşıdığımı hissediyordum. O an aklıma, yıllar önce köyden göç eden birinin bir kez geri dönüşünde anlattıkları geldi. Uzak şehirlerde genç kızların okul yollarında kahkahalarla yürüdüğünü, aynaların karşısında süslenip birbirlerine hayaller anlattığını söylemişti. Benim içinse bunlar yabancı bir masaldan farksızdı. Onlar ellerinde kitaplar taşırken, ben şal, kuru ekmek ve bir şişe su taşıyordum. Zaten harfleri okumayı hiç öğrenemedim, o hayatlar benim dünyama ait değildi.
Toprak yol uzayıp gidiyordu. Çatlak taşların arasından çıkan sararmış otlar ayaklarıma sürtündükçe canım yanıyor, bu acı bana hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyordu. Bir köy köpeği kısa süre bana eşlik etti; sonra yol kenarında durup arkamdan baktı. O an anladım; herkesin yolu kendineydi.
Gözlerimi ufka diktim. Beliren çizgi belki bir sınırdı, belki de hayalin oyunu. Bilmediğim topraklara yaklaşmak, korkumun kabuğunu kalınlaştırıyordu. Her adımda umutla korku yan yana yürüyordu. Geceleri yol kenarında durur, çatlamış topuklarımı hâlâ sıcak olan toprağa bastırırdım. Acım dinmezdi ama yıldızların altında umut etmek kolaylaşırdı. Gece, umutlarımı saklayabileceğim bir kabuk gibiydi. Karanlık hem iyiyi hem de kötüyü örtüyordu. Güneş doğar doğmaz korkularım yeniden su yüzüne çıkıyordu.
Bir sabah, başka köylerden sınıra yürüyenlerin arasında yaşlı bir kadına rastladım. Su testisini sessizce bana uzattı. Tek kelime etmedik, sadece göz göze geldik. O bakış, yılların ve yorgunluğun ortak dilini taşıyordu. Yürümeye devam ederken, ardımda kalan o gözlerde kendi geleceğimi görür gibi oldum: Çatlaklarla dolu, kabuk bağlamış bir ömür.
Etrafımda yorgun adımlarla ilerleyen insanlar vardı. Bir adam sırtında hasta karısını taşıyordu, genç bir kadın, kolundan çekiştirdiği çocuğuna susmasını fısıldıyordu. Bir başka çocuk ise sessizce ağlıyor, gözyaşlarıyla tozu çamura dönüştürüyordu. Kalabalığın içinde kimse konuşmuyordu, yalnızca ayak sesleri ve taşların birbirine sürtünmesi duyuluyordu. Herkesin yükü farklıydı, ama yol hepimize aynı ağırlığı taşıtıyordu. Kabuk tutmuş yaralarımızın yeniden kanayıp kanamayacağının ya da bir gün iyileşip iyileşmeyeceğinin belirsizliği, kalabalığın üzerinde sessizce sürüklenen görünmez bir gölgeydi.
Yol uzadıkça adımlarımız ağırlaşıyordu. Yine de içimizden “biraz daha” diye fısıldıyorduk. Çünkü yolun sonuna varmadan hiçbir şey belli olmayacaktı. Umudumuz hâlâ saklıydı, ama korkular adımlarımıza yapışmış olsa da yürüyorduk. Çünkü kabuk, acıyı sakladığı kadar onun üzerinde yeniden adım atabilmenin de yoluydu. Sınırın ötesinde bizi ne beklediğini bilmesek de attığımız her adımda yaralarımızın üzerinde yeniden ayağa kalkmayı öğreniyorduk.
Güneş batıya eğilirken tel örgüleri gördüm. Sınır… Kalbim hızlandı. İçimdeki umut kabuğun altında titriyordu. “Ya olmazsa?” sorusu boğazımda ağırlaştı. Dizlerim titredi ama yürümeye devam ettim. Geri dönüş yoktu.
Ayağımın altındaki taşlardan biri kaydı. Topuğum acıyla sızladı, kabuğum çatlamıştı. O acı aynı anda hem korkuyu hem yaşamı hissettirdi. Bir adım daha attım. Ve sınırı geçtim. O an anladım; yaralarıma sardığım umut artık kabuğun içinde saklı değildi, yolun ötesine taşmıştı. Hayat, yaraların kabuk tutmasıyla devam ediyordu. Kabuk, acıyı örtmek için değil, acının üzerinde yeniden yürüyebilmeyi sağlayan ince bir köprüydü.


