Funda Torunlar
Okuryazar olmak, kelimeleri ve kelimelerden meydana gelen cümleleri okumak ve yazabilmek midir sadece? Bence değil. Okumaya başlayacağımız yer önce kendimiz sonra da “dünyamız” dır. Ancak bu bize asla öğretilmez. İki bilinmeyenli denklemleri öğreniriz de kendimizi sevmeyi ve olduğumuz gibi kabul etmeyi öğrenemeyiz, kim olduğumuzu bilmeyiz.
Değirmenlerde öğütülüp kaynar kazanlarda kaynatıldıktan sonra, belki bir şansımız olabilir. Şansımız varsa bu sadece kendimizin anlayacağı ve fark edeceği bir durumdur. O zamana kadar, uyanana kadar, yaşamın her halini Notre Dame’nin kamburu gibi sırtımızda taşırız. Ta ki defalarca aynı şeyleri yapıp küt diye kafamızı vurduğumuz duvarların kendi kabullerimizin var ettiği engeller olduğunu anlayana kadar.
Cadı kazanı hayatlarımızın içinde, bir oltanın ucunda minicik bir yeme gelecek balığı bekler gibi, düşündüğümüz mutlulukların da hayatımıza geleceğini bekleriz. Gelenin eklediği geleneklerimizin sosyal kimliğimizi oluşturduğu bir gerçek. Ancak, herkesin en temelde kendi biricikliğinin ne anlama geldiğini bilmemesi… İşte bu “okuma” eyleminin gerçekleşmemesinin sebebidir. Yazma şurada dursun, ona gelebilmek için çok yol kat etmek gerekir.
Mistikler şöyle der: Her şey kendi zıddıyla var olur.
Aslında insanın, ayın aydınlık ve karanlık tarafını olduğu gibi görebilmesinin ve kabul edebilmesinin ayın bütününü algılamak olduğunu anlamasının ne kadar önemli olduğunu gösterir bize. Sahip olmanın maddi değerlere indirgendiği toplumda, her şeyin aslında insanın kendisine sahip olması ile başlayacağını nasıl anlatabiliriz? Bilinmez. Sadece anlamak isteyenler bu konuyla ilgilenecektir.
İnsan, içine doğduğu dünyanın sahibidir. İçine doğduğu zamanın gözlemcisidir. Wittgenstein’ın dediği gibi: “Tarihin benimle ne işi var? Benimki ilk ve tek dünya.”
Bazı kadınların hikayesi ne ilktir ne de tek…
Beyaz gülleri sevdiğini bilmezdi. Planlamasının hiçbir aşamasında fikrinin alınmadığı, hiçbir tercihinin kendisine ait olmadığı, düğününe saatler kala ne hikmetse ne tür bir çiçek istediği birilerinin merakını celbetmişti. O da beyaz gül dedi. Artık kim aklına getirdiyse ona nasıl bir çiçek istediğini sormuştu nihayet. Çok büyük bir aşkın göklerden yerin yedi kat dibine jet hızında düşmesiyle yaşadığı travmanın çıkış yolu olarak gördüğü görücü usulü evlilik, meğerse Zümrüde-ü Anka’nın küllerinden doğacağı ateşin odunlarını topladığı yermiş…
Cadı kazanı çoktan yakılmıştı. Daha oltanın ucundaki balığa çok vardı. Duvarlar da hazırdı. Ancak o görmüyordu tabii ki. Yolu uzundu. Bir düşün içinde adımlarını atmaya başlamıştı. Herkes mutluydu. Körlerin sağırların birbirini ağırladığı bir “dünyada” kendini bilmek çok da gerekmiyordu.
Sosyolojik bir varlık olarak insanın onaylanma, kabul görme, sevilme, değer görme istemleri hep normal kabul edilir. Bu durum zaten diğerinin olmadığının sağlamasıdır. Diğeri? İnsanın kendi biricikliğini bilmesi ve merkezine kendisini oturttuğu bir evrende artık okumaya geçebildiği zihinsel süreç.
Kendinden bihaber insanların var olduğunu sandıkları ilişki becerileri, biri diğerinin kuyruğuna basana kadar kendisini ortaya koymaz. İnsanların birbirlerini tam olarak tanıması ve anlamasının neredeyse imkânsız olduğu gerçeğinden bakarsak insanları kendi algımızda var ettiğimiz bir yerlere koyduğumuzu bilmeyiz. Ancak iş işten geçtikten sonra öğreniriz çoğu zaman gerçeği. Bunun gerçek sebebi insanların birbirleriyle pekala anlaşıp mutlu olabileceği düşü… Aslında “gerçek olan’’ insanların anlaşamamasıdır. Bugün kendi zihnimize bile güvenemezken, güzel dediğimiz yarın bize çirkin gözükürken, iyi dediğimiz kötü oluverirken, karşımızdakinin zihnine güvenemeyiz. Doğal olan budur. Bu durum kimseyi kötü yapmaz. Sadece böyledir. Bunu baştan bilmek ne kadar çok şeyi çözer aslında. Riyakârlığı ortadan kaldırıp samimiyeti buldurur.
Kadının hikayesi başka bir yere evrildi.
Eşinden asla göremeyeceğini anladığı sevgi, anlayış, hoşgörü ve sahiplenme duygusu yerini hayal kırıklığına terk etmişti. Düşler teker teker balkabağına dönmeye başlamıştı çoktan. Keşkeler dile pelesenk olmuş, gözyaşları derya deniz yola koyulmuştu. İşin kötüsü bunlar olurken artık yalnız da değildi. İki kız çocuğu vardı. Oltaya takacak yem de kalmamıştı. Bitik haldeydi. Bundan böyle yaşamı kayalıklara çarpan bir gemiydi. Olduğu yerin bildiği yer olduğunu ama yanlış yerde olduğunu anlamıştı. Başını duvara çarpa çarpa ölmeyi bile düşünmüştü.
İçine doğduğumuz toplumun tüm kabulleri, şartlanmaları, değer yargıları ve inançları ana dil vasıtası ile bize yüklendiği andan itibaren çerçevelediğimiz kavramlar düşlerden düştüğü an itibariyle yeniden çerçevelenmeyi gerektiriyor. Ne ile? Gerçek ile… Çünkü gerçekler hazmedilebilir. Hazmedilemeyen şey, bize dikte edilen, başka zihinlerin kendi zaman ve zeminlerini bağlayan algılarından ortaya çıkardıkları kendi doğrularıdır. Okumadan yazamayız demiştik. Kendimizi, çevremizi yaşadığımız fiziksel dünyayı ve kafamızda yaşadığımız “zihinsel” dünyayı doğru okumalıyız. Bu bizi uyanışa götürecek yolun ta kendisi. Hayat olduğu gibidir. Bizim zan(n)-ettiğimiz gibi değil. Başarı hikâyelerine baktığımızda kimsenin bir eli yağda bir eli balda şeklinde hedeflerine ulaştığını görmüyoruz. Tüm içsel uyanış, insanın yürüdüğü yolun kendisine çıktığını, yalnızın yalnıza yalnız yolculuğunda öznenin kendi olduğunu anladığında gerçekleşiyor.
Evrilen hikayeden yeni bir hikaye yazdı kendine kadın.
Son kalan enerjisini, sadece çocuklarının ihtiyaçlarına harcayabilirdi. Başka hiçbir şeye gücü yoktu. Düşlerini kaybetmişti ancak yerine ne koyacağını da bilmiyordu. Derinlerden bir yerden gelen ses, böyle giderse çocukların büyüyüp belli yaşlara geldiğinde kendisini hep bu haliyle hatırlayacağı idi. Bunu isteyip istemediğini sordu. “Hayır “dedi kendi kendine. Sonrası daha beter mücadeleler, bitip tükenmeyen gayret ve çaba, daha fazla sorumluluk, güvendiği dalların çatır çutur kırılması, binlerce kez tökezleyip yere yapışmalar, binlerce kez tekrar ayağa kalkmalar… Her seferinde dünyayı ve içindekileri olduğu gibi görüp kabul edememenin getirdiği -sonuç olarak- yeniden başlamalar… Ta ki debelenmeden sakince aktığını anlayana dek…
Geçen yirmi beş yıl, kendi ayakları üzerinde duran iki genç kız ve artık “okuyabilen” bir HATUN-İ âdem…
Gökten üç elma düşer. Biri muhakkak, hayatın armağanı olan “Yaşam”ın nimetlerini kendi dışında bir yerlerde arayanın kafasına düşer. O da uyansın diye…

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.