Benan Bilek
O zamanlar dalgaların duvarları yaraladığını bilmezdik. Küçüktük. Dimdik duran bedenlerin kırılgan yürekleri olduğunu da. Küçük kelimelerin birike birike onulmaz yaralar açtığını ve ne yaparsan yap, dünyanın neresine gidersen git, hayatından kimleri çıkartıp kimleri yara bandı niyetine soksan da kabuğun altında her an kanamaya hazır derin izlerin uyuduğunu da. Ta ki o yaza kadar…
Bir yaz tatilinin sonunda büyüdüm ben. Kardeşim de büyüdü o yaz. Annemizin bize kalkan olan bedeninin ince ince çatlayıp un ufak dağıldığını fark etmedik. Çocukluğun şımarıklığını yaşıyorduk o tatil kasabasında. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda sıkışıp kaldı gülüşlerimiz.
Yazın son günlerine yaklaşıyorduk. Ağustos güneşi yerini eylül ıssızlığına terk etmeye hazırlanırken, annemizle geçirdiğimiz saatler de bir fısıltıya dönüşmeye başlamıştı. Kumsalda yürürken kumun üzerinde bıraktığımız ayak izleri birer sır gibi birbirini takip ediyordu. Annemin adımlarının ardındaki boşluğu önce oyun sandım. “Dalgalar alıp götürmüştür,” dedim kendi kendime. Sonra o boşluk büyüdü. Annem boşluk oldu içimizde.
O son günbatımı yürüyüşümüzde annemin gülüşünün her zamanki gibi yankılanmadığını fark ettim. Kumlara vuran beyaz köpüklerin kıvrımlarına annemin gözlerindeki kırılganlığın izleri karışmış; göremedim. Çıkışına gün sayan tutuklunun duvarına attığı çentikler gibi güne kazınıyordu sessizliğimiz. Annemi yorgun sandım. Düşünüyor sandım. Bizi dinliyor sandım. Annem, kıyıyı yalayan dalgalara sessiz bir veda bırakıyormuş; anlamadım. Onu içten içe çürüten o yalnızlığını göremedim.
Yaz evimizin sokağına ilerlerken içim ürperdi. Gömleğimin kollarını indirip manşetteki düğmeleri iliklemek ısınmama yetmedi. Adımlarımı hızlandırırken Seren de beni taklit etti. Gülüştük. Annem geride, incecik bir gölge gibi ardımızda sürükleniyordu.
Babamsız masamızda yemeğimizi sessizce yiyip odalarımıza çekildik. Belli ki annem babamı bekleyecekti yine; elinde dikişi, bitmek bilmeyen kırkyama yatak örtülerinden birine gömülüp. Büyüyünce düğme bile dikmeyeceğimden emindim. Kitap okuyacağım bahanesiyle kaçmak kolay olurdu.
Uykumun içine girmiş kelimeleri anlamakta zorluk çektim önce. Rüyamda bağıran adam susmak bilmiyordu; kulaklarımı kapasam da duyuyordum. “Bu bir rüya,” diyordum kendi kendime, “korkma, birazdan bitecek. Uyumana bak sen.”
Gözlerimi aralamaya çalışmaktan da vazgeçemiyordum. Babamın sesiydi bu. Sözleri onun sözleri gibi olmasa da sesini bilirdim. Sonra kapı çarptı büyük bir gürültüyle. Bu mevsimde akşamları kapı pencere açık oturulmazdı bu saatte. Babam eve gelirken açık bırakmış olmalı diye düşündüm. Uyku bedenime sarıldı, ayaklarımı uyuşturdu, gözlerimi kapattım tekrar.
Sabah evimiz her zamankinden de sessizdi. Annem bu sabah erken kalkmamış, radyonun sesini açıp bizi uyandırmaya çalışmamış, ekmekleri kızartmamıştı. Odama yayılmaya hazır şımarık çay kokusu da yoktu o sabah. Masaya konarken çınlayan tabaklar, çatal bıçak sesleri… Hiçbiri yoktu.
Yatağımda doğruldum, yanı başımdaki pencerenin desenli perdesini araladım. Bahçede de değildi annem. Denize baktım; akşamki dalga sesleri sanki kendisine ait değilmiş gibi sakin, sessiz duruyordu karşımda. Bahçe duvarının denizle buluştuğu yere dalgalar vurmuyordu.
Elim başucumdaki konsolun üzerine gitti. Anneme kolye yapmak için sakladığım kabuğu alıp kokladım; hâlâ deniz kokuyordu. Toka yapsam daha iyi olurdu belki de. Annem kış boyunca deniz kokardı.
Kalkıp kahvaltı için taze simit almaya niyetlendim. İki sokak ötedeki tereyağlı simitlerin kokusu geldi burnuma; alelacele bir şeyler giyip odadan çıktım. Kimseyi uyandırmamak için parmak uçlarımda yürüyüp dışarıya çıktım. Kapı önünde bıraktığım ayakkabılarımı akşam rüzgârı savurmuş olmalıydı. Terliklerimle gittiğimi anlamazdı annem; uyuyordu nasıl olsa.
Simitlerin yanına dört de elmalı kurabiye aldım fırından. Dayanamayıp birinin kenarından küçük bir ısırık aldım. Pudra şekeri dudağıma öpücük gibi kondu; dilimin ucuyla temizleyince ağzıma tatlı bir neşe geldi. İçimden bir şarkı tutturdum eve dönerken.
Seren beni görünce ağlayarak koşmaya başladı. Göğsüme sarılıp kalışından anladım çok korktuğunu. Sabah keyfi yapmak için annemlerin odasına gitmiş yine. Babamın olmamasını fırsat bilip annemin yanına yatmış. Sarılmış anneme. Soğuk bedenine çarpmış elleri. Yanaklarına dokunmuş. Annem mermer bir duvar olmuş, Seren’in haykırışını duymamış. Gözyaşlarını hissetmemiş. Sarsmış onu Seren; kıpırdamamış.
Elimdeki kabuğa bakıyorum dakikalardır. Öylesine. Ne kolye ne saç tokası olabilmiş; kendi halinde bir kabuk sadece. Denize atsam oraya uymaz artık.
Onca yıl sonra o sabahtan kalan tek hatıram bir deniz kabuğu. Babam evi olduğu gibi bıraktı. Bırakmak da değildi yaptığı; babam bir daha hiç dönmedi. Onu son görüşüm, annemi toprağın göğsüne yatırdığımız gündü. Aramadı, sormadı. Gitmelerin en cevapsız bırakanı kendine ait sandı. Annemin gidişinden daha ağır değildi ki gidişi; hiç anlamadı.
O gecenin son sözleri neydi, hiç düşünmedim. Babamın neden evde olmayışı da umurumda olmadı. Sahil boyu üç kişiydik biz hep. Ayak izlerimize hiç karışmadı babamın ayak izi. Sırtımızı dayadığımız o duvarın, dalgaların her vuruşundan yara aldığını anlayamayacak kadar çocuktuk. Sevgimizin yetmediğini anlayamayacak kadar da…
İki kız çocuğu bir şekilde büyüdük anneannemin evinde. Annemle olan her hatıramız tüy gibi hafifti; bir o kadar da taş ağırlığında. Annem aklımızda bir gölge olup kaldı.
Seren yıllarca annemin adı geçtiğinde parmak uçlarını dudaklarına götürdü, mermer soğuğunu ısıtmak istercesine. Ben ise içten içe kendisini çürüten yalnızlığına yenik düştüğü için kırıldım kaldım ona. Veda fısıltısını duymadığım için kendime de.
Her dalga duvara değdiğinde biraz daha anlatır insanı. Her duvar, biraz daha içeri alır o sesi. Ve bazen, en derin izler kimse duymadan, kimse görmeden açılır.
Bazı yazlar bitmez. Bazı anneler gitse de suskunlukları kalır. Bazı çocuklar ise yıllar sonra bile o fısıltının içinden çıkamaz.
Ve henüz duymayı öğrenmemiş bir çocuk, annesinin suskunluğunu anlayamaz.
Sessizlik, annesiz kız çocuklarına kalan en büyük mirastır.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım, Rezene öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.

