Elif Özge Karakaya
Gökyüzü hiç olmasaydı, her şey gerçekten çok daha iyi olur muydu?
Gökyüzü hep oradaydı; savaşlarda, çocukluk oyunlarında, cenazelerde, umutlarda… Ama ya hiç var olmasaydı? Bu soru, ilk başta masalsı bir düşün parçasıymış gibi geliyor kulağa. Oysa bazı coğrafyalar için gökyüzü yalnızca kuşlar, yıldızlar ya da bulutlar demek değil. Gökyüzü bazen bir tehdit oluyor, bazen ölümü haber veren sessiz bir ağırlık. İsmail Kadare’nin Taş Kentin Kroniği’nde küçük bir çocuğun kurduğu, “Dünyada gökyüzü hiç olmasaydı her şey çok daha iyi olurdu,” cümlesiyle karşılaştığımda, gökyüzünün bir hatıra kadar ağır olabileceğini anladım.
Gökyüzünü özlemek değil, ondan kurtulmayı dilemek… Bu dilek, zamanla yıkılan şehirlerin, yerinden edilen hayatların, sessizce taşlara işlenen hikâyelerin dileğidir. Ve bu dilek, geçmişin yankısı kadar, geleceğin karanlık izidir.
ZAMANIN ANLAMINI YİTİRDİĞİ YERLER
İsmail Kadare, doğduğu toprakların işgal günlerini anlatıyor Taş Kentin Kroniği’nde. Zaman, sayfalardan taşarak dağılırken, geçmişin karanlığında bugünü fark ediyoruz. Yerini, küçük bir çocuğun olmamasını dilediği gökyüzünden gelen bombalara teslim etmiş zamanın içinde kayboluyoruz.
“Yarın bombardımandan sonra kahvede buluşalım.”
“Yarın çok erken saatte kalkacağım ve tahminimce bombalar yeniden patlamaya başlayana kadar evi temizlemiş olurum.”
“Kalkın sığınağa geçelim, vakit yaklaştı.”
Dünya, ne yazık ki savaşlarla şekillenen bir yer oldu. Her biri farklı coğrafyalarda insanların hayatlarını paramparça etti, etmeye de devam ediyor. Şehirler bombalandı, halklar yerinden edildi, nesiller boyu süren travmalar oluşturuldu. Ancak belki de en sarsıcı olan, bu travmaların zamanla silinmeyip, nesillerin belleğine işlemesi ve bir halkın yeniden tarihin aynı travmatik döngüsüne sürükleniyor oluşu.
Bugün, dünya haritasında pek çok bölge, geçmişin bombalanmış şehirlerinin izlerini hâlâ taşıyor. Savaşın yıkıcı izleri hâlâ, hâlâ ve hâlâ… Her bir yerleşim birer taş gibi, tarihsel bir bellek oluşturuyor.
Bugün hâlâ bombaların yok ettiği şehirlerde, toz bulutlarına bulanmış hayatlar var. Üzgünüm ki gelecekte de olacağa işaret ediyor.
Bugün hâlâ gökyüzünün var olmamasını dileyen çocuklar var. Sesleri, arkalarında bıraktıkları yıkılmış taş yığınlarına siniyor.
Şehir renklerini yitiriyor. Renklerin yitip gittiği gri bulutlar var artık.
Tir tir titreyen şehir hastalanıyor. İyileşmeden devam ediyor. Çünkü yağmur, dolu, fırtına, kar… Topların patlama sesi karın içine hapsolmuş durumda. Ses boğuk. Bombalar devam ediyor.
Sularla akıp giden izler silinmedi; yenilerini bekliyor. Beklenen gelecek bir anda geçmiş oldu. Geçmişle gelecek birleşti. Yalnızca şehir var. Taşlarıyla vücut bulan bir şehir…
İnsanlar gitti, şehir kaldı. Terk edilmiş taşların büyük yalnızlığına, hafızalara kazınmış sessizlik eşlik ediyor.
PALİMPSESTİN İZİNDE
Osmanlı’dan İtalyanlar’a, Yunanlar’dan Almanlar’a defalarca el değiştirmiş; geçmişin katmanlarıyla ağırlaşmış topraklarda yürüyorum. Aklıma, palimpsest kavramı geliyor; kazınıp tekrar yazılmış ama hiçbir izi tam silinmemiş bir parşömen gibi.
Silinmeyen geçmişin üzerine inşa edilen gelecek, palimpsest olarak karşımıza çıkıyor; her katman, yeni bir bellek.
Direnç gösteren şehir şimdi sessiz, intikam bekliyor.
Bombalanan şehirler bir şehirden çok, geçmişin ve bugünün izlerini taşıyan bir varoluş biçimine dönüşüyor.
Taşların içinde halkın kolektif hafızası saklı. Her taş, yüzyılların birikimini; her çatlak, her iz, bir zaman diliminde yaşanmış olayları ve düşünceleri yansıtıyor. Şehrin yapısı geçmişin kaydını tutarken, her yeni katman eski izleri silmek yerine onları başka bir bağlama taşıyor.
“RCİV, ARC, OK, L! Sonra yağmur bu kalan harf ve heceleri de silecek, yerlerine şehrin yeni kumandanının emirlerinin yer aldığı yazılar gelecekti.”
Şehre dört gün boyunca kesintisiz yağmur yağıyor. Çok eski ve uzun süreli bir yağmur gibi.
İnsanlar gitti, şehir kaldı. Gidenler daha önce terk edilmiş şehirlere, terk edilmiş evlere sığındı şimdi.
HAYATTA KALMAK İÇİN BİZE KAÇ İSİM GEREK?
Yalnızlaşmış taş kentte dolaşıyorum, bir gazete parçası düşüyor önüme. “Gjergj Pula öldürülmüş.”
İsmini tekrar değiştirmek, Yurgen Pullo olmak için dördüncü dilekçesini vermişken üstelik.
(Corcio, Yorgos ve Yurgen dışında olur da Japonlar gelirse diye Yogura adını da cebinde tuttuğunu ama asla kullanma fırsatı olmadığını söylerler.)
Durup düşünüyorum. Bunca isim arasında, acaba en çok hangisinde kendisi olabildi? Her isimde biraz eksildi mi, yoksa yeniden mi inşa etti kendini? Her isimle birlikte, kendini nasıl yeniden kazıdı parşömenlere?
Bir insan, var olabilmek için ne kadarını kazınmış parşömenlere sığdırabilir?
Ve o parşömenler… Silinmiyor. Sadece başka bir alfabeyle yeniden şekil alıyor.
Çünkü bazı izler, yalnızca zamanla değil; sessizlikle, susmakla ve unutamamakla derinleşiyor.
Gökyüzünden bırakılan bombalar yalnızca şehrin taşlarını değil, bir halkın sesini, dilini, hafızasını hedef alıyor. Her savaş, bir halkın hafızasına kazınmış yeni bir katman oluşturuyor; acının dili değişse de özü aynı. Felaketin üzeri her seferinde yeni harflerle örtülüyor, biz de kazınan her alfabede kayboluyoruz.
Adı değişen şehirler, susturulan diller, yerinden edilen bedenler…
Aynı taşların üzerinde tekrar tekrar yürüyen, aynı topraklara defalarca gömülen insanlar için hangi gelecekten söz edilebilir?
SUSKUN GELECEK, KIRIK ZAMAN
Her seferinde başka bir çocuk aynı soruyu fısıldıyor.
“Gökyüzü hiç olmasaydı, her şey gerçekten çok daha iyi olur muydu?”
Savaşların kazananı yok, ama her seferinde daha fazla kaybeden var.
Artık parşömenler yok. Geçmiş, yeni beyaz sayfalara kazınabiliyor.
Ve ne yazık ki, çocukların gökyüzünden korktuğu bir dünyadada geleceğin kendisi suskun bir enkaza dönüşüyor.

Elif Özge Karakaya, Marmara Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakıp Ekonometri Bölümü’ne başladı ve oradan mezun oldu. Ancak bir süre sonra kendini IT sektöründe çalışırken buldu. Tüm bu yolculuğunda kitaplar ayrılmaz eşlikçisi oldu. Yaratıcı yazarlık, mitoloji ve psikoloji dersleri alarak kendini geliştirmeye, kitaplarla yeni yolculuklara çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte iki kolektif kitapta öyküleri yer aldı ve şimdi ‘Virgülle rafa kaldırdığı defteri’ yazmaya devam ediyor; bu kez, daha belirgin bir mürekkep kullanarak.


