Kenan Doğru
Bir varmış bir yokmuş.
Zaman zaman içinde
Kalbur saman içinde
Çobanlar kral iken
Tazılar kurt iken
Tıngır mıngır sallanan beşikler,
Huş ağacının oyuğundan yapılır iken…
Bir ağlama sesi duyuldu evin eşiğinden, dayanamadı babası girdi içeri eşikten. Hemen attı yüreği, bir yandan tuttu küreği; gösterdi dışarının yolunu sincaplara, içeri dolan kuşlara. Sincap kulaklı tuhaf bir bebek gelmişti dünyaya. Anası tutamadı kendini, yatağında içten içe inledi; babası sustu: “keşke adını Orpheus koymasaydık,” dedi gürledi.
Sonu gelmez bir düzlüğün sonunda, büyük bir dağın eteğindeydi evleri. Ardı sıra tepelere bakan; önünde geniş bir vadi, ardında bir nehir akan. “Ü ürü üüü…” diye öttü o ara dışarıdaki horozlardan biri vakitsiz. Bunu duyan bebek kapıya doğru emekledi, sanki kimsesiz. Bacada dizildi onu duyan ala geyikler, kocaman bir ayı, çitleri aşan keklikler.
Alıştılar bir süre sonra ana baba oğullarına. Sincaplar saçına yuva yaptı; baykuşlar dışarıda nara attı. Şimşekler gece öyle nasıl da gürlediler; her sabah kulağına ninni çaldı bülbüller. Çınladı leyleklerin gaga sesleri boşlukta, havada yankılarının sesi coştukça.
Yalnız bir komiklik vardı bu çocuğun halinde. Hadi uzun kulaklarına olur dediler, kimseye söylemediler. Ama geldikçe bebek dişleri ileri, bir baktılar; arkadan çıktı kuyruğunun sincap tüyleri. Babası buna üzüldü, anası bir köşede büzüldü.
Ne güzel kulakları vardı öyle bebenin, ama yoktu şeceresi onu öyle kabul edenin. Babası suratını astı kudurdu; anası yutkundu durdu. Geçtikçe günler kulaklar büyüdü; kuyruğu giydi üstüne bir kürk, püskülünü yerde sürüdü. Koca kulak, saçak sapak kuyruğunu gören anası “of, off…” dedi; babası tutamadı kendini kepeneğini attı oğlunun üstüne, gelene gidene: “Orpheus, evde yok!” dedi.
Pencereden onu öyle gören kuşlar cikledi, arı sinek vız dedi. Bunu duyan civardaki cırcır böcekleri cırladı, yamaçlarda boz ayılar hırladı. Anası: “bu böyle olmaz,” dedi; “babası konu komşu bizi burada koymaz” dedi: “En iyisi onu yerime çoban yapalım, o yokken keyfimize bakalım.”
Orpheus aldı bezden bir çanta sırtına, bıraktı deri çarıkları anasına. Anası başladı nara atmaya, kendi kendini rahatlatmaya:
“Ayakların böyle kaşık olur oğul, bilmezsin: yolun görünmeyen yerleri taşlık olur.”
“Utanma Ana! Ben böyle yürürüm, görürse komşular, oğlun zannetmesin diye: bizim sıpa gibi anırır, it gibi ürürüm.”
Bunu duyan anası eve dönüp tekrar bir iç çekip “of, off” dedi; babası gene de “başka çare yok” dedi.
Kattılar önüne bir eşek, iki keçi, üç koyun; komşuların da vardı üç beş, etti mi Orpheus için bir düzine oyun. Ormanı gören Orpheus, içi dayanamadı bir sincap gibi hopladı; hayvanlarını güdeceği yere onları sevip oynadı. Bir gün böyle geçti, iki gün öyle; geçti zaman öyle ya da böyle. Bunu gören diğer çobanlar düdüğünü öttürdü “höt,” dedi, içlerin birine haber salıp: “Hemen köye git,” dedi.
Rüzgârlı bir akşamdı vadide. Orpheus oynaya oynaya evine dönüyordu hayvanlarıyla. İki ileri bir geri, ahali Allah’tan görmedi geleni gideni. Ama gördü anası onu uzaktan; bir ıslık tutturmuş ki, hoplatır duyanı ıraktan.
“Hele oğul neredesin? Çorbanlar der: Senin oğlan hayvanlarla gönül eğlesin.”
“Korkma ana katığım bitmedi, keçilerin bile elden taraf gitmedi.”
“Ne üzülürsün konu komşuya, bak oğlun yoldan geldi, çarıkları olmaya!”
“Ah be yavrum, niye böyle yaparsın, yoktur ki kanadın uçasın.”
“El alem ne der?”
“Tutmaz ayakların bir tavşan gibi kaçasın!”
“Görmez gölgen arkandan ısıran sineği Ana!”
“Benim gibi seversen: iyi süt verir keçilerin, alırsın seneye koca ineği.”
Akşam yatma vakti gelir, Ana kapının sövesine dikilir, üzgün bir şekilde dışarıya bakar; baba suçu komşularına atar. Ama anlar Orpheus: Gece olur şafak atar, babası onu ormanda bırakmak için önüne katar. Orpheus daha hızlı davranır.
Gece yola çıkmadan son kez anasının yanına sokulur: “Ana, artık ben gideyim geç oldu; keçiler size emanet, gütmek benim için güç oldu.”
Orpheus gece sessizce evden çıkıp bir yola koyulur. Gündüz keçileri yerinde durmayınca peşlerinden gitmiş ancak dağın tepesinden görülebilen, vadideki nehrin döküldüğü bir göl görmüştür uzaklarda. Artık tektir hayatta, ondan utanan kimseler bile yoktur yolunda. Çok yalnızdır, ama yine de tutar yolunu bellediği yerin.
Kâh ağlar kâh konuşur yolda, bazen dertlenince içi öyle tutuşur ki: “Dağın eteklerinden dolanıp zirvesinde bir hal oldum Ana, içim yandı, taştım bir dağdan, bulamadım suyu; ufalandım toz oldum…”
Düşünür durur Orpheus yol boyu. Anasının dediği gibidir:Yolunda sazlıklar taşlar, yoktur artık eski arkadaşlar. O kadar dalar ki hayallere, ayakları bir yere, ruhu gider her yere. Unutur konuşmayı bir süre sonra. Dağda boğulup kül olmuştu; sonra havada toz, şimdiyse varamadığı bir gölde yanıp, susuzluk olmuştu Orpheus.
Yol bitmedikçe anlar “bir” olduğunu, ama unutur kim olduğunu. Ağzını açar, ama kelimeler ondan kaçar. Dili dönmediğinde anlar ki: Gözler içeri bakmak, kulaklar komşuyu duymak için değil hepten: Uyumak içindeki konuşanla, bazen de uyanmak yekten. Böylece, içi dolar taşar, inler durur, zırlayıp kendini dinler durur. “Neden ararsın ki o gölü? Değer mi denemeye, bu yol çıkmaz hiçbir yere!” diye söylenir, içindeki sessiz ses.
Zamanla takati kalmaz Orpheus’un yürümeye; özlemiştir finolarını, kaç zaman oldu kulağının dibinde ürümeye. Gitmiştir iyice güneş girmeyen sazlıkların arasında gözlerinin feri, fakat bir güneş gibi ışıldar artık kulaklarının zeri. Oturur serilir enine, alışır yavaşça yeni inine. Geceleri yıldızların solgun ışıkları yüreğinde tohumlar eker, çiçekler serpilirdurur; susar o zaman, içindeki dilsizi dinler durur.
“Sonunu beklemek neye yarar, nehir bile bilmeden akar.”
O zaman dalar sazlığın birine, bir dal keser kaval yapar kendine. Bulur sonunda konuşmayı: Sözler nefes olur, dertler delik. Ağaçlar eğilir sesine, sözden çok nefesine. Taş bile oynar yerinden, kavaldan çıkan o yanık ses ilen. Hüthüt kuşları omuzlarına konar pır pır eder, kurtlar dizilir ufukta, ardı sıra ulur durur, hır hır eder. Alık alık kabarır kırmızı hindilerin gerdanı, yaban kazları birden sarar her yanı. Duyan herkes berisine gelir Orpheus’un, kalmaz onu bilmeyen; ama kalır içinde o dilsiz, ondan öte gitmeyen.
Gündüz uyur gece çalar, artık güneş aya hasret bakar. Çünkü görmüştür Orpheus bir gece, onu ağacın dalında dinleyen sincap kulaklı bir peri; güzel mi güzel, ama gelmez ki beri.
Gece gündüzle açar, aşk Orpheus’un kalbinde kara çalar. Çağırır perisini minik parmaklarının marifetiyle, ama dili dönmez ki dese şöyle: “seni seviyorum, niye…”
Gündüzler gecedir, saymayı unutur günleri Orpheus; geçen zaman nicedir. Katlanamaz artık bu aşkın kederine, düşünür durur bu hayatın ederi ne?
Orpheus bir gün karar verir o ağaca tırmanmaya, ulaşıp perisine kavuşmaya. Tam ağaya kalkar tepeler düz olur, dereler kurur mevsimler güz olur. Artık bir genç olmuştur.Ama yaralıdır kalbi. Güz rüzgarları içinde yeşeren çiçekleri kurutur bulun olur, hasret taşar kalbinden; geçer günler, dertler yığın olur.
Pes eder artık Orpheus. Zamanla kalbindeki acılar sertleşir taş olur, bir taşı kaldırır söyler tuttuklarını; o ara gözlerinde yaş olur.
“Meşe palamudundan toka yapmış saçının teline
Ama bir türlü gelmez ki berime
Geceleri verir sincap kulaklarını kavalımın sesine
Üzülmem hiç, onun için giden nefesime
Dalda ilk gördüm onu yanaklarım al oldu
Tükettim nefesimi gerdanlarım bal oldu
Kimse bilmez yalnızlığımın nedir niçini
Bir daldaki periyi sevdim, aramızda kalsın taş: Bir tek sana döktüm içimi…”
İçini dökmesi Orpheus’u rahatlatır bir süre; ta ki oralardan bir çoban geçer, oturur o taşın üstüne kepeneğiyle. Kaybolan keçisini arıyordur. Dinlenirken orada öyle, işler gider tersine hiç olmaz ki böyle. Hemen koparır yerden yeni bitmiş bir sap, sürer çakısını yüzüne yapar bir kaval, sesi pak mı pak.
Bu çoban anlamaz sazdan sözden. Fakat üfler üflemez kavalı, Orpheus’un sözleri dökülür içinden: “Meşe palamudundan toka yapmış saçının teline…” Bunu duyan çoban peşine düşer daldaki perinin. Görmüştür, saçılır saçları etrafa meşe dalından; çıkmaz güzelliği perinin, bu vahşi çobanın aklından. Peri, korkudan şaşırır yolunu; dalar bataklığın olduğu bir sazlığın içine, yılanlar acıkmıştır, bakarlar orada birbirinin leşine.
Uyurken Orpheus, bir ses yükselir günün içinden: “Orpheus ben de seni seviyordum, içimden.”
Orpheus’un aşkı gitmiştir yeryüzünden, ki meşe dalında görüne. Durmaz artık Orpheus, basar gönlünün acı teline. Bu acı sese gök bile dayanamaz, bulutlar kümelenir, denizler taşar; yer yarılıp sesi arşa çıkar.
Birden dev bir dalga ile bir suret yükselir Orfheus’un varamadığı o mavi gölün derinlerinden; üç çatallı yabasını saplar her yere bir eli ilen. O zaman kararır bulutların tombul yanakları, al al akar gökyüzünden ulu göz yaşları. Tanrılar bile dayanamamıştır bu sese; tam o arada ölüler diyarından bir çığlık duyulur: “İsterse gelir kavuşur Orpheus perisine, tutar gider elinden bakmadan gerisine.”
Artık daha acıklı çıkıyordur kavalının sesi, sonunda duymuştur onu yeraltının efendisi. Hemen alır Orpheus kavalını yanına, hızlıca iner aşağı, bakmadan ardına. Onu gören canavarlar yemek isterler! Ama üfledikçe Orpheus’un dertli nefesi; kaçar hepsi geriden geri. Orpheus daldıkça aralarına, ince kavalı olur sihirli bir kötek; dayanır mı hiç buna, o yılan kuyruklu, çirkin üç başlı köpek.
Sonunda varır perisine Orpheus.
Nedir ki bu sırrın iksiri, olur birden cehennem sanki cennetin dibi! Hemen düşer önüne perisinin, tırmanır yamaçları, tutar yolunu geldiği yerin. Tam yer yüzüne çıkacak iken Orpheus, içine bir şüphe düşer, bakmak ister perisine geliyor mu diye ardından. Döner bakar aşkı helak olur, gündüz geceyi böler, artık günler harap olur.
Tekrar kaybetmiştir sevdiğini.
Uzunca zaman: “Böyle nasıl yaşarım!” dese de bir süre sonra acısı geçer, ama unutmaz perisini. Anlar ki:
Sevgidir; -eğer kalbini dinlersen- ölümsüz olan; direnmek değil kavuşmak için.
İşte o zaman birden dili çözülür: “Haykırırım kederimi denizlere dağlara, ama sevgidir o, yankılanır nefesi çağlardan çağlara…”
Artık bir ozan olmuştur Orpheus.
Toplar dostlarına etrafına, önce söyler sonra sarılır yine kavalına. O çaldıkça, melodisinin yankısı duyulur dağlardan; kurtlar ulur, kuşlar uyanır, kelebekler konar omzuna.
Perisi gelir aklına arada bir; bir vardı, bir yoktu…
“Sana ulaşıp varmak istedim hemen olmadı
Yanına vardığımda ise zaman kaçtı durmadı
Gördüğümde yüzünü coşkuya dolanıp bir göğe aktım
Sanki gökle yer öpüşmüş,
Kaybolan ufuklarda hep sana baktım…”
-Son-

Kenan Doğru, Ardahan’da doğdu. İstanbul’da yaşıyor. Uluslararası bir firmada yönetici olarak çalışmakla birlikte, küçük yaşta tutku edindiği yazı alanında üretmeye devam ediyor. “Sapien Hislerim” adlı deneme aforizmalar kitabının yazarı olan Doğru’nun çeşitli mecralarda yayımlanmış pekçok öyküsü bulunuyor. Mühendislik eğitiminin ardından yüksek lisansını tamamlayan Doğru, şimdilerde İstanbul Üniversitesi “Felsefe” bölümünde eğitimine devam ediyor. Aynı zamanda ilk romanı ile okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor.