Sebastião Salgado, tanıklık etti yaşadığı çağa, siyah beyaz karelerle yazdı hikayelerini. Ömrü boyunca çok az konuştu. Ama fotoğrafları çok şey anlattı. Emek hakkında. Göç hakkında. Doğa hakkında. İnsan olmak hakkında.
Nilgün Karataş
Hikâyecinin Hikayesi
Çamurlu bir patikada çıplak ayaklarıyla yürüyen bir çocuk. Zorluğun sıradanlığı var bakışlarında. Bir başka çocuğu merak ediyorum ona bakarken; fotoğraf makinesini tutan el, objektiften bakan göz, deklanşöre basan el bir zamanlar bir çocuğa aitti.
8 Şubat 1944’te doğan bir çocuğa… Adı: Sebastião Salgado.
Brezilya’nın Minas Gerais eyaletindeki Aimorés kasabası. Ülkenin iç kısımlarında, çatlak topraklar diyarında büyüyen bir çocuktu Sebastião. Yağmurdan sonra kokan kırmızı toprak, ilk anılarından biri olmalı.
Ekonomist olacaktı; öyle söylediler. Paris’e gitti, doktorasını yaptı. Ama insanlar, rakamlara sığmıyor, tabloların satırlarında kayboluyordu. O kaybolmamak için bir gün yolunu değiştirdi.
Hayal ediyorum o bir günü:
Genç adam uykusuz geçen bir gecenin sabahında, henüz gün doğmamışken Paris’in gri ışıklarına bakarak kararını veriyor: Rakamlar insanı anlatmıyor, başka bir gözle bakmalıyım dünyaya.
O gün kamerayı eline alıyor ve gerçeğin peşine düşüyor. Ama onun gerçeği düz bir haber fotoğrafı değil; bir annenin çölde bebeğini sarmalayan eli, bir işçinin yüzüne yapışmış ter, bir göçmenin gözüne doluşan toz…
Anlattıklarımın hepsi var o fotoğraflarda.
Çünkü Salgado, duygunun izdüşümünü yakalayan bir hikâye anlatıcısı.
İlk çektiği karelerde hissettiğim şey: Suskunluk. Gözleri yere bakan insanlar, omuzlarında dünyanın yükü. Ama bu bir acındırma değil, bir tanıklık. Çünkü Salgado, fotoğrafı bir silah gibi değil bir ayna gibi tuttu dünyaya.
Afrika’dan Latin Amerika’ya, Sovyet sonrası Avrupa’dan Orta Doğu’ya uzandı yolları. Göç edenlerin izinden yürüdü, madenlere indi, çocuklarla aynı sıraya oturdu. Her kare, bir hikâyeydi. Her bakış, bir hayatın özeti.
Onun en çok bilinen projelerinden biri: “Workers – Emeğin Hikâyesi.”
Kömür madeninden yükselen is gibi, insanlık da yüzüne bulaşan karanlıkla konuşuyor burada.
Salgado bu seride sadece işçileri değil; emek üzerinden kurulan tüm bir uygarlığı gösteriyor.
O meşhur Serra Pelada Altın Madeni fotoğrafı…
Kapitalizmin estetik röntgeni.
Her ter damlası, insanın insana, ne uğruna neler yaptığını akıtıyor ruhumuza.
Omuz omuza, zincir gibi inip çıkan binlerce adam. Kazma sesleri yok bu fotoğrafta ama birazcık dikkatli bakınca duyarsınız mutlaka.
Sonra geliyor “Migrations” – Göç.
Ruanda, Etiyopya, Kosova…
Bu göçler yalnızca bir yer değişimi değil; bazen bir sürgün bazen hayatta kalma içgüdüsünün zorunlu mesaisi. Köklerden koparak yola düşmenin adı, göç.
Aklımda bir göç karesi.
Bir çocuğun annesinin sırtında uyurken çekilen fotoğrafı. Bin sayfadan daha fazlasını anlatan siyah beyaz bir hikaye.
İşte bu Salgado’nun anlatısının gücü.
Salgado için göç, haritalarla değil; ayak izleriyle çizilen bir trajedi çünkü.
Yalnızca bir coğrafi hareket değil göç, insanlığın zorunlulukla sınandığı, köklerinden koparıldığı bir dram.
Yine de o, göçmenleri acındırmaz. Direnen, dayanan, yürüyen insanı gösterir.
Umut bir yerden bize bakıyordur bu seride.
Ve sonra Salgado’nun sustuğu yıllar…
Ruanda soykırımının ardından çektiği fotoğraflar yalnızca belge değil insanlığın en büyük ayıplarından birine tuttu ışığı.
Gördükleri çok ağırdı. Orada insanlığın en karanlık yüzüyle karşılaştı. Salgado eve döndüğünde konuşamaz haldeydi. Makinesini bıraktı, “İnsanlık tükenmiş” dedi içinden.
Depresyona giren Salgado, eşi Lélia ile birlikte, Brezilya’daki ailesine ait çiftlik arazisine döndü. Çorak, kurumuş bir toprak parçasına gömdü acısını.
İnsana küstükten sonra, toprağa döndü Salgado. Ve toprağın yüzüne baktığında, yeniden umut gördü. Karı koca el ele verdiler, Kurumuş tepelerde yeniden ağaç diktiler. Ve o topraklar yıllar içinde yeşile döndü.
Bir sivil toplum kuruluşu olarak Instituto Terra böyle doğdu; bir insanın yalnızca belgeleyen değil, onaran da olabileceğini hatırlattı hepimize.
20 yılda 2 milyondan fazla ağaç dikildi bu projeyle, bölgedeki doğal yaşam yeniden canlandı. Sadece çevreci bir hareket değildi bu, insanın doğayla ve kendiyle barışma çabası.
İşte böyle doğdu Genesis: Yaratılış değil, yeniden doğuş.
Amazon’un kalbinden buzullara, balinalardan çöllere…
Genesis, insanın doğayla barışma ihtimali için yazılmış görsel bir dua gibi.
Işığı bu kez bir yara gibi değil, şifa gibi kullandı Salgado.
“Bu gezegeni sevebilmemiz için önce onu tanımamız gerekir.”
Bu sözleri eden Salgado, dünyanın henüz bozulmamış yerlerini belgeleyerek doğaya olan saygısını görsel dile çevirdi. Asıl önemlisi Genesis’le, unutulmuş kadim bir bilgiyi hatırlatmak için uğraştı. Modern uygarlığın henüz elini değdirmediği doğa parçalarını, bu coğrafyalarda yaşayan canları belgeledi. Dünyanın yüzde 46’sının hâlâ “doğal” kaldığını göstermek istiyordu.
Salgado bize umut vermek için çabaladı, belki de güzel bir şeyler olabileceğine inandırmak istiyordu.
Salgado’nun son yılları insanı, doğasının karanlığından çekip, ışığa çıkaran bir yeniden doğuşun kanıtıydı. Onun fotoğrafları bize şöyle fısıldadı:
“İnsan sadece yok etmez; iyileştirebilir de.”
Susan Sontag der ki, “Bazı fotoğraflar insanı şok eder, bazıları ise düşünmeye zorlar.”
Salgado’nun kareleri ikisini de yapar. Ancak Sontag, bir başka yorumunda Salgado’nun fotoğraflarının zaman zaman acıyı estetikleştirdiğini ve izleyicinin tepki vermek yerine bu acıya güzellik penceresinden bakabildiğini de söyler. Bu, fotoğrafın etik gücüne dair tartışmaları da beraberinde getirir. Bugün bunu tartışacak değiliz.
Salgado gitti çünkü.
İnsan olmanın hakkını verdi ve gitti.
O, dünyaya fotoğraf çekmek için değil, hakkını vermek için bakan bir adamdı.
Yazar Eduardo Galeano, Salgado’nun fotoğraflarını insanlık onurunun güçlü bir yansıması olarak tanımlar. Ona göre Salgado, yalnızca acıyı değil; direnci, sabrı ve umutla ayakta kalmayı da karelerine taşımıştır.
24 Mayıs 2025.
Bugün Salgado aramızdan ayrıldı.
Ama bir madencinin sırtındaki çamur hâlâ elimizde.
Bir göçmenin ayak parmakları hâlâ iz bırakıyor sayfalarda.
Bir annenin gözleri hâlâ fotoğrafın içinden bize bakıyor.
Ve o sessizlik… Hâlâ çok şey anlatıyor.
Salgado, şamatadan, gürültüden uzak, sessiz bir görsel dilin efendisiydi.
Okunan fotoğrafların sessiz efendisi.
Bugün yalnızca bir fotoğrafçıya değil, bir hikâye ustasına veda ediyoruz.
Salgado’yu anlatırken hep onu fotoğraflarıyla anıyoruz. Çünkü o, çağın tanığı olan eserleriyle bütünleşmiş bir insandı. Bütün dünya onu, gerçekleri siyah beyaz bir anlatıyla gözümüze sokan bir modern zaman seyyahı gibi tanıdı.
Artık o yok. Ama hâlâ bir madencinin sırtındaki terde, bir annenin gözlerindeki sessizlikte, doğanın yapraklarındaki ışıltıda, bir çocuğun taşıdığı umutta yaşıyor.
İnsanlar gider, hikâyeleri kalır.
Bu da Salgado’nun hikayesi…

H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.


