TUBA AYŞE ÖZGÜR
BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK ÜZERİNE
Bir ölümün kesinliğiyle yaşamak nasıl bir şeydir? Ya da herkesin bildiği bir cinayetin işlenmesine seyirci kalmak? Gerçek bu kadar bilinirken, neden kader kaçınılmaz gibi davranılır?
Şüpheyle sorduğunuz her soru sizi büyülü gerçekçiliğin kalbine biraz daha yaklaştırır. Gabriel García Márquez’in başyapıtlarından biri olan Kırmızı Pazartesi romanı, tam da bu belirsizliğin, bu bulanık gerçeklikle zamanın keskin çatışmasında kurgulanmış bir anlatı olarak çıkar karşımıza.
Büyülü gerçekçilik, gerçeklik algımızın içine sızan bir şüphe gibidir. Olanın ötesinde olabilecek olanı, hatta olmuş gibi olanı hissederiz. Dünya tanıdıktır ama tanımlanamaz. Bilinmedik bir mantığın içinden akar zaman ve anlam… Ve Kırmızı Pazartesi, bu sınırların silindiği, hem gerçekçiliğiyle hem de kadim kehanetlerin bulutlu diliyle yazılmış çarpıcı bir büyülü gerçekçilik örneğidir.
Roman, sonsuz bir tekrarın içinde çırpınır, okuyucu da içene katar. Daha ilk cümlede Santiago Nasar’ın öleceğini biliriz: “Santiago Nasar, öldürüleceği günün sabahı saat beşte kalktı.”
Gabriel García Márquez kitapları içinde öne çıkan bu eserde, zaman çizgisel değil, daireseldir. Cinayet hem olmuştur, hem olmakta, hem de olacaktır. Bu zaman algısı, büyülü gerçekçi edebiyatın en karakteristik özelliklerinden biridir.
Hikâye, sonu belli bir olayın parçalarını geri geri izlememize benzer. Peki, bir son baştan belli ise, hikâye neyi anlatmak ister? Sonunu bilmek belki de daha cazip kılar. İşte burada, büyülü gerçekçiliğin felsefi damarlarından biri ortaya çıkar: Gerçeklik, bildiğimiz şey değil, hissettiğimiz şeydir. Büyülü gerçekçilik kitapları içerisinde rüya bir metafor değil, alternatif bir gerçekliktir.
Kırmızı Pazartesi’de tüm kasaba halkı Santiago Nasar’ın öleceğini bilir ama hiç kimse bu suçu durdurmaz. Bu durum, klasik anlamda “gerçekçi” bir anlatının doğrudan kaçtığı bir sahnedir: mantıksız, anlamsız, hatta absürt. Ama büyülü gerçekçilik tam da bu absürt durumdan beslenir. Varoluşçu felsefenin özü olan anlamsızlık, burada toplumsal bir kabule, bir “kader hissine” dönüşür. Sanki herkes, olanın olması gerektiğine ikna edilmiş; bir nevi kolektif uyku hali ortalığı sarar.
Roman boyunca, zaman da yer de rüyayla gerçeğin arasında salınır. Santiago, öldürüleceği sabah rüya görerek uyanır. Rüyasında bir ormandan geçtiğini ve üzerine kuş pislediğini hatırlar. Annesi bu rüyayı çözemez, oysa rüya zaten gerçeğin ta kendisidir. Büyülü gerçekçilikte rüya bir metafor değil, bir gerçeklik çözümlemesidir.
Zaman ise lineer değil, dairesel işler. Cinayet hem olmuştur, hem olmakta, hem de olacaktır. Bu zaman algısı, büyülü gerçekçiliğin kök saldığı şeylerden biridir: Zaman, bilinçteki yankısıyla var olur.
Gabriel García Márquez’in edebiyatında bizi ilk karşılayan şey, dilin tınısıdır. Onun cümleleri yalın görünür, ama içlerinde bin yıllık bir anlatı geleneğinin yankıları taşır.Márquez’in dilinde her şey aynı anda hem sıradan, hem olağanüstüdür. Tavuk ciğeri gibi görünür bazen ölüm; ya da sabunla yıkanan bir cesedin teni, bir gelinin cildi kadar çekici olabilir. Bu dilin içine sinen çift anlamlılık, büyülü gerçekçiliğin “hem gerçek, hem hayal” olan yapısını yansıtır.
Okur olarak şunu sormadan edemeyiz: Ben bu kasabada olsaydım, ben de susar mıydım?
Tam da bu noktada, Márquez’in edebiyatını büyülü gerçekçiliğin temel taşı yapan nitelikler öne çıkar. Onun anlatı dünyası, yalnızca mucizevi olayları sıradanlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda sıradan olanı da kutsal bir gerçeklik içinde sunar. Kolombiya’nın politik karmaşası, Latin Amerika’nın mitolojik yapısı ve halk hikâyeleri, onun eserlerinde tek bir atmosferde buluşur. Rasyonel açıklamalara karşı sezgisel gerçeklik öne çıkar. Çünkü Márquez, gerçekle düş arasındaki perdeyi incelten bir yazardır; yazdıkları, sanki dünyanın uyku ile uyanıklık arasındaki hali gibidir demek doğru olmaz mı?
Ayrıca, anlatıdaki klikler – yani zamanın kırılması, anlatıcının araya girmesi, rüyanın gerçeklikle yer değiştirmesi – klasik gerçekçiliği kırar. Kırmızı Pazartesi’de her anlatıcı farklı bir bakış açısı sunar, her tanık başka bir detayı hatırlar ya da unutur. Bu yapısal kırılmalar, gerçekliğin parçalı doğasına işaret eder. Böylece anlatı, nedenselliği değil, hissedilen kaderi takip eder.
Roman boyunca, “suç” kavramı da sorgulanır. Santiago gerçekten suçlu mudur? Yoksa kurban mıdır? Öldürülmesi, bir “namus temizleme” girişimi olarak sunulur. Ama hiç kimse gerçek anlamda doğruyu bilmez. Gerçek, söylentilerle biçim değiştirir. Bu da büyülü gerçekçiliğin bir başka boyutudur: Gerçeklik, anlatıldığı şekilde var olur.
Bu soru, aynı zamanda toplumsal pasiflik, seyirci kalınan adaletsizlik, ve ahlaki sorumluluk gibi kavramların da kapısını aralar. Bu yönüyle roman, yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda varoluşsal bir roman olarak da değerlendirilebilir.
Varoluşçu sorgulamalarla bezeli roman, şu soruları sessizce okurun zihnine fısıldar: Bizi biz yapan seçimlerimiz mi, yoksa seçemediklerimiz midir?Bir suçu görüp engellememek, o suçu işlemekle eşdeğer midir?
Santiago gerçekten suçlu mudur? Yoksa sadece kurban mı? Bu soru, romanın en çok yankılanan sesidir. Gerçeklik nedir? Suç nedir? Sessizlik bir onay mıdır?
Toplumun pasifliği, büyülü gerçekçi bir mercekten bürokratik bir trajediye dönüşür.
Kırmızı Pazartesi, büyülü gerçekçiliğin temel unsurlarını barındırmasının ötesinde, bu türü bir düşünme aracı olarak da kullanır. Gerçeklikle kurmaca arasındaki zar inceldiğinde, neyin “gerçek” olduğu yeniden sorgulanır. Gerçeklik, anlatıya bağlıdır; anlatı ise anlatıcının rüyasına…
Márquez’in büyüsü de tam burada yatar: Onun dünyasında gerçek, yalnızca olan değildir; görmezden gelinen, hissedilen ve anlatılan şeydir. Ve bu nedenle, büyülü gerçekçilik denildiğinde akla ilk onun gelmesi tesadüf değil, edebi gerçeğin kendisidir.
Kırmızı Pazartesi, her okuyucusuna kendi ahlaki pusulasıyla yüzleşme fırsatı sunar. Aynaya bakar gibi, biz de kasaba halkına bakarız. Santiago Nasar’ın ölümü, belki de her birimizin göz yumduğu adaletsizliklerin simgesidir.
Ve belki de en büyülü olan, gerçeğin ta kendisidir.

Tuba Ayşe Özgür
İngiliz CAS’s akademide yaratıcı yazarlık, AÜ’nde Halkla İlişkiler eğitimleri aldı. Çisenti ve Postüla adlı özel tiyatro gruplarında oyunculuk ve yazarlık alanında çalışmalar yaptı. Halen Amerikan NU’de Psikoloji ve Sosyoloji lisansı alıyor. Ajans kurucusu ve yönetiminden, çeşitli dergilerde içerik yazarlığından yayın koordinatörlüğüne kadar pek çok görev üstlendi. Halen “Atölye Bütünsel Edebiyat” adlı yazma atölyesinin yöneticiliğini yapıyor ve çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor. Büyülü Gerçekçilik üzerine atölyeler düzenliyor. Pek çok kolektif kitapta öyküleri ile yer aldı. İlk romanı “Büyü Bozumu” 2022, “Benim Kalbim Dikdörtgen” romanı 2023, “İçime Karga Uçuştu” adlı öykü kitabı 2024, “Kedi Uykusu” 2025 yılında yayımlandı.


