Zeynep Pınarbaşı
2019 yapımı The Sound of Metal filminin başrolü Ruben, metal bateristidir. Müziğe aşık, tüm hayatını ona adamış bir adamdır. Duyma yetisini kaybettiğinde bununla yüzleşmesi oldukça zorlaşır. Yoğun gürültülü bir hayatın içinden sessiz bir dünyanın içine düşer. Öfkelidir.
Gürültülü bir müzikle ve bununla yaşayan insanlarla başlayan film sonrasında kendini sessizliğe bırakır. Bir grupla tanışır, kendi gibi duyma yetisini kaybetmiş insanların olduğu bu dünyada yaşar. Bu duruma alışmaya çalışır. Ötekileştirilmediği, öfkesinin azaldığı bu zaman diliminde hâlâ aklında müziği vardır. Kapitalizmin getirdiği insanlara umut satmanın örneklerinden birini, teknolojik “çözüm” olan koklear implantla duyabileceği söylenir. Ruben umutla parasını bu işe yatırır ama doğaya aykırı, rahatsız edici bir gürültü zihninin içinde yerleşir. Gerçek sese kavuşamaz. Gruba geri dönmek ister, kabul edilmez. Gürültülü zihninin içinde sessiz dünyada yaşamaya devam eder.
Hayatın içinde birçok yaşam bize bu şekilde sunulur. Özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanlar için gürültü, kaos hayata tutunmanın en güçlü dalıdır. Gürültüye alışmış bir zihin sessizliğin içinde bocalar, sinyaller verir. Bedeni uyarır, hasta eder, onu gürültünün içine çekmek için çabalar.
Tüm sebeplerden dolayı Albert Camus’un Yabancı‘sı Meursault’nun duygusal sessizliği; olaylara tepkisizliği, hayatı dışarıdan izleyişi dış dünyaya yabancı gelir. Mersault’un gürültüsü; dünyanın anlam dayatması, toplumun beklentisi, mahkeme, annesinin ölümüne verdiği tepkinin sorgulanmasıdır.
Sessizliğe alışırsanız ne olur? Çok güzel olur. Pandemi de İstanbul’un göbeğinde yaşayan bir arkadaşım, “çok ilginç sabahları kalktığımda kuş sesleri duyuyorum,” demişti. Kuşlar aslında hep vardı. Sadece dünyanın gürültüsü onları bastırıyordu. Bahar gelip geçiyor, kaç kişi ağaçların üzerindeki tomurcukları görüyor? Kuru dalların ardından birden açan çiçekleri görüyoruz.
Yaklaşık on beş yıl önce İstanbul’un dışında kalan bir semtinde oturdum. Her sabah arkadaşım beni alırdı ve işe onun arabasıyla giderdik. Henüz her yer taşlaşmamış, tarlalara gökdelenvari binalar dikilmemişti. Bir sabah şaşkınlıkla yanından geçtiğimiz arazinin ayçiçek tarlası olduğunu fark ettik. Aynı anda aynı tepkiyle sarı sarı günebakanları görünce içimizdeki mutluluğu taşırdık. Günlerce geçtiğimiz yerin bir ayçiçek tarlası olduğunu anlamamıştık. Tek derdimiz trafiği, arabaların gürültüsünü aşıp işe ulaşmaktı. Ertesi sabah biraz daha erken çıkıp yolu sakince etrafı izleyerek işe gittik. Gün daha güzel başladı. Tarla kuşları, çiçekler, ekinler görünür oldu.
The Sound of Metal filminde gürültü Ruben’in kimliğidir. Sesi kaybetmesi kimliğini kaybetmesi demektir. Sessizlik, korktuğu bir boşluktur. Toplum, Ruben’e iyileşmesi gerektiğini söyleyerek başka bir gürültü üretir. Sessizliği kabullenmesi ister. Bu durum normalleştirir. Sessizlik kampı onun için içsel dönüşümü sağlayan bir sığınaktır aslında ama Ruben bu sığınağı çok geç fark eder.
Hepimizin içinde bir boşluk yok mu? Boşlukları boşlukla doldurmayı öğrenemediğimiz sürece içimizdeki gürültü devam edecek.
Çocukluğum kalabalık, hareketli ve hep gürültülü geçti. Babamın hep telaşlı, hep hareket eden hali bir şeyler eksik olunca öfkeye dönüşür, sonra evde yükselen seslerle bizler de o telaşın içine düşerdik. Sonraları ben yüksek sesle konuşmazsam duyulamayacağımı, bir şey olmadığında öfkelenemezsem o işin yolunda gitmeyeceğini düşündüm. Hayatımı öyle bir gürültünün ortasına yerleştirdim ki hiçbir ânına sessizlik dolmadı. Bir gün bir sessizlik oldu. Nasıl, nerede hiç hatırlamıyorum. Dünya başka bir yere dönüştü. Sakinliğin, hiçbir şey yapmama duygusunun, yetişmek için telaş etmemem gerektiğinin, geç kalabileceğimi, kaybedersem de yerine gelebileceğini çözdüren bir sessizlikti. Kuşlar ötmeye, rüzgârın sesi kulağımdan geçmeye, hiçbir şeyin boşluğu dolmaya başladı içime.
Ama yaşadığınız hayat aynı olunca onca gürültünün içinde sessizliğinize sığınmakta zorlanıyorsunuz. Ruben gibi gürültümü kabul edip sessizliğime alışıp ikisiyle de yaşamayı öğreniyorum.
Her zaman gürültüden kaçmalı sessizliğe mi sığınmalıyız? Bazen sessizlikle doğar insan. İç dünyası yavaştır. Dış dünyası bomboş ve sessizdir. Gürültüye geldiğinde bocalar. Zorlanır, kendinden çok şey verir. Kayıplar yaşar ve bir gün gürültü yapması gerektiğini öğrenir.
Sessizlikten gürültüye geçişte ilk aklıma gelen Kınalı Yapıncak filmi oldu. Sakin, kendi dünyasında, köyünde yaşayan bir kız, yaşadığı kaza sonrası ailesini kaybeder. Bu travma onun duyma ve konuşma duyularını yitirir. Şehre teyzesinin yanına gönderilir. İşte Kınalı Yapıncak için gürültü burada başlar. Sürekli kızan, kızı sevmeyen, onu hor gören teyzesi ile o dünyanın insanları vardır. Evin oğluna âşık olur. Sessizliği ile her türlü kimliğini kaybeder. Âşık olduğu adam eve sarhoş geldiğinde Kınalı Yapıncak’ın odasına uğrar, onunla asker arkadaşım diye konuşur, şakalaşır. Kadınlığı yok sayılır. Yapıncak ne duyabiliyordur ne de ona karşılık verebiliyordur. Bu sessizlik adama güç verir, bağıramayacağını bilerek ona tecavüz eder. Ve bir gün her şey değişir. Kınalı Yapıncak anne olur, konuşmaya duymaya başlar, zengin bir kadın olur. O gürültülü evin sesi kısılmış, zenginliği sona ermiş, bağıran teyzesi bile sessizleşmiştir. Yapıncak, güçlü kadın Leyla Hanım olmuştur. Artık o konuşur, onun sesi çıkar.
Toplumda hatta dünyada sessiz olana karşı bir güç gösteri her zaman olmuştur. Biz gürültünün içinde sessizliği görüp onunla yaşamayı öğrenmeliyiz. Gürültünün çocukları olduk. Sessizliğimizin de sesi olduğunu biliyoruz.
Artık kuşları duymanın, Leyla Hanım olmadan sesimizi duyurmanın, Ruben gibi öfkelenmeden, Meursault gibi sakin kalarak, hepsinden önce kendimiz olmayı öğrenerek sessizliğimize de gürültümüze de sahip çıkmalıyız.
Mersault’u boğan güneşle değil Ruben’i aydınlatan güneşle denizin serin sularına uzanıp rahatlayabiliriz. Yazın ve kendiniz olmanın keyfine varın.

Zeynep Pınarbaşı için her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler… Yıllar kelimeleri kovaladı, o da peşinden gitti. Şimdi sırada öyküler var. Yazdı, yazıyor.