Belgin Ulutay
Modern ruhun en kadim arayışlarından: sessizlik. Onu, betonarme çığlıkların sağır edici hürriyetinden, zihnin bitimsiz anlamlandırma girdabından bir kaçış, bir liman addederiz. Sessizlik, dinginlik, içsel bir keşif vaadi. Sözcükler sihirli ve büyüleyici. Oysa her derin arzunun, her kutsal addin bir de gölgeli yanı yok mudur? Ya sessizlik, o beklenen cennet hali değilse? Ya kendi içindeki uğultuyla bizi daha da derine çeken, sağır eden bir yokluğun ilk adımıysa?
Genellikle gürültü, bir istila, bir sınır ihlali ya da bir tecavüz gibi algılanır. Kornaların keskin çığlıkları, trafiğin boğuk uğultusu, inşaatın aralıksız inlemeleri, dijital ekranlardan sızan sanal fısıltılar. Bunlar, sinir uçlarımızı yıpratan, bizi kendi benliğimizden koparan sesler.
Lakin gürültü, sadece dışarıdan gelen rahatsız edici kakofoni mi?
Yaşamın kendisi, bir gürültü değil mi?
Bir bebeğin ilk nefesindeki çığlık, kalbin ritmik atımı, bir fabrikanın işleyen aksamından yükselen ritim, bir pazar yerinin canlı uğultusu. Bunlar da birer gürültü. Varoluşun, üretimin, iletişimin gürültüsü. Gürültü, belki de hayatın özü, bir yaşam melodisi gibi.
Dışarıdan hiçbir sesin sızmadığı, kendi nefesimizin dahi kulakları tırmaladığı bir izolasyon odasında kaldığımızı düşleyelim. Bu sessizlik, şaşırtıcı bir hızla bir tür işkenceye dönüşmez mi? Kendi kalp atışımızın sesi, iç organlarımızın çalışmasının ince tınısı, kanın damarlarımızdaki akışının hafif hışırtısı, kulaklarımızda tiz bir çınlama. Normalde belki de bilinçdışına ittiğimiz, hatta hiç fark etmediğimiz bu sesler, mutlak sessizlikte dayanılmaz birer uğultuya dönüşebilir. Ve işte tam o an, dışarıdaki gürültüye duyduğumuz o tanıdık öfke, yerini yokluğunda oluşan içsel bir boşluğa ve zamanla kaygıya bırakır.
Bu mutlak sessizlik, insan zihnini kendi içine hapseder. Dışsal uyarıcılardan yoksun kalan bilincimiz, kendi gürültüsünü üretmeye başlayacaktır.
Derinlere bir yerlere hapsettiğimiz bastırılmış düşünceler, çözülmemiş düğümler, geçmiş ve geleceğin muallak kaygıları. Hepsi, o sessizliğin derinliklerinde devasa bir orkestraya dönüşecektir. Bu çok daha yıkıcı ve hatta çok daha sağır edici olabilir. İşte bu noktada, sessizlik bir sığınak olmaktan çıkıp, bir hapishaneye dönüş.
Kendi içimize sızan bu bitimsiz gürültü kirliliğine rağmen, yaşamın kendisi aslında bir uyum, bir düzen barındırmıyor mu? Bir şehrin karmaşık trafik sesi, uzaktan bakıldığında kaotik gibi görünse de binlerce bireyin aynı anda, belirli sistemler içinde hareket ettiğinin bir göstergesi. Bir ormanın gürültüsü – kuşların cıvıltısı, rüzgârın yapraklar arasındaki fısıltısı, toprağın hışırtısı – kendi içinde uyumlu bir nevi nefestir. Gürültü, bir canlılık belirtisi, bir varoluş müziğine dönüşür.
Gürültü, aynı zamanda bir savunma mekanizması bana göre. İçimizdeki o sağır edici sessizliğin yüzeye çıkardığı o korkunç hesaplaşmalardan bizi koruyan bir kalkan.
Düşünsenize sosyal medyada bitmeyen bildirimler, sürekli açık kalan ekranlarımız, kulaklıklardan hiç eksilmeyen melodiler. Bunlar, sadece eğlence değil, aynı zamanda içsel sesi bastırmak için bir kaçış gibi. Çoğu zaman seçtiğimiz, oynamaktan keyif aldığımız kendi varoluşsal kaygılarımızla yüzleşmekten alıkoyan bir oyun.
Yaşamın gürültüsü içinde kendi özgün notamızı çalabilmek. Belki de huzur, sessizlikte değil, gürültünün içinde bile kendi melodimizi bulabilmekle alakalıdır…
Zaman zaman sessizliğin bir zehir, gürültünün de bir panzehre dönüşebileceği bu ironik denklemde, esas olan nedir?
Belki de sessizliğin sağır eden uğultusunu, gürültünün içinde saklı melodiyi duyabildiğimizde, kendimize çok daha kolay merhaba diyebileceğiz.
Siz ne dersiniz?

Belgin Ulutay, 20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yaptı. Yazmaya ve seslendirmeye şiir ile başladı, çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettiriyor. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Ulutay’ın iki kollektif kitapta öyküleri yayımlanmıştır.