Melis Melek
Bu yazımda sizi Como Gölü’ne götüreceğim; İtalya’nın kuzeyine, Alpler’in güney ucuna yerleşmiş bir kartpostalın içinde gezintiye çıkacağız… Yolculuğa ise Milano’dan başlayacağız.
Daha önce birçok kez farklı nedenlerle gittiğim Milano’ya bu kez sadece dolaşmak için arkadaşım Gülümser ile yaptığım üç günlük bir gezinin, oldukça gürültülü bir kutlamadan nasıl sessiz bir inzivaya dönüştüğünü anlatacağım; sizlere ilham vereceğini umarak.
Belki tatili uzatmak isteyebiliriz diyerek dönüş bileti almadan gittiğimiz Milano’nun sanırım en kalabalık dönemlerinden birine denk gelmiştik. Tam da o hafta Duomo di Milano/Milano Katedrali’nde kutlanacak Corpus Domini /Corpus Christi (Katolik Yortusu Kutlaması) ile bizim tatilin ilk günü çakışmıştı. Şehir daha önce görmediğimiz kadar ilginçti: İtalya’nın, hatta dünyanın ne kadar Katolik rahip ve rahibesi ve hatta ne kadar koyu Katolik insanı varsa ordaydı sanki. O hafta herkes sabah 8’de otellerinden hep beraber çıkıyor, sonra diğer ara sokaklardan, ana caddelerden topluca yürüyen rahibelerle bir ordu seli oluşturup Milano Katedrali’ne doğru akıyordu, biz de onlara uyduk.
Bir ilginçlik daha, taksiler o hafta greve girmiş; kutlama nedeniyle otobüs ve metrolar normalin üzerinde kalabalık. Neyse ki şehir merkezindeyiz, herhangi bir araca ihtiyacımız yok. Zaten şehir dümdüz, hangi sokaktan çıkarsan çık Duomo Katedrali’nin en yüksek tepesindeki Meryem Ana’nın altın renkli heykeli Madonna’yı görüyorsun. Otelimiz katedrale yani şehir merkezine o kadar yakın ki aheste aheste yürüsek bile sadece 15 dakikada oradayız. Her sokaktan çıkan ve sadece tek bir yöne yürüyen dünyalar dolusu Katoliğe uyarak kendimizi akışa bıraktığımız gün, katedralin dışına kurulmuş bir etkinlik alanında bulduk kendimizi, sıra sıra dizilmiş sandalyelere oturduk. Biraz sonra rahipler çıktı ortaya, İncil’den kısa kısa okumalar yaptılar. Ruhani bir huşu içindeydik. Sonra katedrali gezmek ve günah çıkarmak için saat on biri bekleyeceksiniz, dediler ve gittiler.
Bol bol vaktimiz var; katedralin dış cephesindeki heykelleri incelemeye adadım kendimi. Ruhum katedralin yapılmaya başlandığı 1386’ya gitti. Mimar-mış edasındayım; sanki anlayacakmışım gibi ‘bu heykeli nasıl yaptıların cevabını bulmaya çalışıyorum. O insan kalabalığının içerisinde katedralin duvarlarındaki heykelleri tek tek, sıra sıra incelerken kendi içinde bir sessizliğe gömülüyorum.
İki saatin nasıl geçtiğini anlamadan aynı ruhla katedralin içini dolaşmaya başlıyorum. İşimizin en durgun zamanı olduğu için tasasız bir gezgin gibi, tatilimin bir gününü Milano Katedrali’nde ve hemen yanındaki Galleria Vittorio Emanuele II’de geçirmemizin önünde bir engel yok. En iyi yemek nerede yenir? En güzel şarap, en güzel kahve nerede içilir? Tüm bu araştırmaları yapıp gelen gustosu yüksek arkadaşım sayesinde Vedat Milor gibiyiz. Yedik, içtik ama dilek tutmadan olmaz; Galeria’nın ortasındaki boğanın üzerinde ayağımızın topuğuyla tam 360 derece döndük, hayatımız hep böyle güzel tatiller yapabilecek rahatlıkta olsun, istedik. Avucumuzu yüzümüze sürdük. Besmelemizi çektik. Aminimizi içtik.
Bu kadar gürültü yeter! Şehrin kalabalıklığına doyduk. Ertesi gün Como Gölü’ne gitmeye karar verdik. Erkenden kalktık; trenle 40 dakika yol gideceğiz. İstasyon tıklım tıkış o saatte ama Como Gölü treni bomboş. Bizimle birlikte trene binen ve bizden uzak bir köşeyle oturan çiftle göz göze geliyoruz zaman zaman. Genç kadın sürekli bir şeyler anlatıyor, tren o kadar gürültülü yol alıyor ki sesi sadece uğultu olarak geliyor kulağımıza.
Sessizlik zamanı yavaşlatıyor sanki; yol bir türlü bitmiyor.
Nihayet tren durdu, indik. Peşimizden genç çift de indi. Ama o da ne? Küçücük bir tren garı. Henüz gişesi bile açılmamış, ne personel var ne de başka bir insan! Koskoca Como Gölü treninden aynı anda inen biz 4 kişiden başka kimsenin olmaması tuhaf değil mi? En iyisi çiftimize sormak.
İngilizce olarak “Bu durak Como Gölü durağı değil mi? Acaba yanlış mı indik?” derken, kadın eşine aynen şöyle demez mi: “Burak hayatım ne diyor, bu kadınlar?”
Çiftimiz Türk çıktı!
Balayını İtalya’da geçirmek için gelen bu tatlı çiftle arkadaş olduk bu şekilde. Anladık ki Como sınırındaki istasyondayız ama henüz Como’da değiliz. Bir sonraki treni beklerken, bir hareket fark ettik. Durak yüksekte olmasına rağmen rayların üzerinden yürüyerek biri geliyor. Elinde poşeti, pek de keyifli. Durağa çıkması için elini uzatan Burak, İngilizce sordu: “Tehlikenin farkında mısın?“
Hep birlikte onayladık ve asıl sorumuza geldik: “Como Gölü’ne nasıl gidebiliriz? Bir sonraki trene mi binmeliyiz?“
Yanıt: “Ben anlamıyor, no İtalyan!“
Şaka mı bu?
İtalya’da Como Gölü’ne yarım saat uzaklıktaki bir tren garında karşılaşan 5 kişi, 5’i de Türk!
Neyse ki genç adam biliyor buraları, Como Gölü’nden bir durak öncesinde bulunduğumuzu, saat başı gelen trene binmemiz gerektiğini anlattı bize. Kendisinin de o saatte tren olmadığı için evden işe en kestirme yol olan rayları kullandığını söyledi. Biz sormadan hayatının kısa bir özetini de geçti: Evliymiş, 2 çocuğu varmış, Amasralı’ymış. İki ay önce turist vizesi ile gelmiş İtalya’ya, kayınçosu burada yaşıyormuş. İnşaatlarda tadilat işine sokmuş onu, vizesi bitmiş ama Türkiye’ye dönmeyecekmiş!
Amasralı’ya bol şanslar dileyerek yolcu ettik, biz 4 arkadaş (!) bir sonraki trene bindik. Como şehir merkezinde birlikte indik, hep beraber otobüse bindik, ikinci bir aracın geçemeyeceği daracık yolları geçtik ve yarım saat sonra Como Gölü’ne ulaştık. Nihayet!
Mutluyuz; daha yolda sardı bizi Como Gölü’nün mavisi, yeşili. Muhteşem bir manzara. Muhteşem güzellikte bir görsel şölen. Yukarıdan bir şatonun resmini yakaladım. Bulutlarla beraber yol alıyoruz. Dağlar sise gömülmüş. Her taraf çiçek. Her yer yeşil. Camdan elimi uzatsam mor salkımlara dokunacağım. Kulaklarımda Simge’den bir şarkı melodisi: “Prens & Prenses”, sözler önemli değil, melodi başlıbaşına huzurda saklı.
Her şeye rağmen, bugün de son buldu
Sustu tüm sesler, güneşle kaybolduTüm düşünceler sahile vurdu
Ah, neler neler bi’ rüzgârla uçtuYaz yaz bitmez, ömrüm yetmez
Anlat şarkı, anlat son kez…
Yaz yaz bitmez derken Como Gölü’ne ulaştık. Milano’daki kutlamalar nedeniyle Como olduğundan daha da sessiz. Önce genç çiftle ayrıldık, sonra arkadaşımızla biz. Ben fotoğraf aşığıyım, onun tahammülü yok. O oturan kadın heykeli gibi, göle hayran hayran bakmayı seviyor, eminim her bir detayı zihnine işliyor.
Ben hiçbir şeyi unutmamak için habire fotoğraf çekiyorum, giden bir feribot, dağlardaki sis bulutu, zeytin ağaçları, defne ağaçları, peşime düşen kazlar, mavinin, yeşilin çeşitli tonları. Kartpostal gibi ya da bir ressamın fırçasından çıkmış gibi görünüyor her şey. Huzur akıyor her yerden. İtalya’nın en uzun, Avrupa’nın en derin gölü Como, zamanın bir yerinde kalmış, olabildiğince güzelliği ile öylece duruyor, başka bir boyutta gibiyiz.
Como’yu öyle çekiyorum, böyle çekiyorum ancak kendimi de o karelerde görmek istiyorum. Kimi bulsam rica ettim, Como’nun sağında, solunda her yerinde fotoğraflattım kendimi. Yüzlerce yıllık bir ağacın kovuğuna girince beni çekmesini rica ettiğim beyefendi; profesyonel bir fotoğrafçı çıktı. Beyaz dizi karakterleri kadar zarif ve şık 60 yaşlarındaki bir çiftin fotoğraflarını çekiyormuş. Fransız çiftle tanıştık bu arada; bir hafta önce evlenmişler, balayı için Como’ya gelmişler, üç gün kalacaklarmış.
Üç gün! Kafamda bir şimşek çaktı: Biz neden kalmıyoruz burada?
İstiyorum ki Como sokaklarında daha fazla yürüyeyim, Como’nun huzurundan bolca nasipleneyim. Ama otelimiz Milano’da, burada kalmak demek ekstra masraf demek! Arkadaşımı nasıl ikna etsem?
Gülümser’i bıraktığım sakin kafede buluyorum. Zaten kafelerin, restoranların çoğu yarı kapalı. Esnaf Milano’daki Corpus Domini kutlamasına gitmiş, her yer sakin, sessiz. Turla gelmediğimiz için her şeyi sorarak öğrenmek durumundayız; mecburen garsondan rehberlik hizmeti alıyoruz.
Buraya gelmişken, ne yapmalıyız?
Yan sokaktaki basamaklardan yukarı çıkın, dedi garson. Burada kalacaksak, en yukarıdaki otele yerleşmeliymişiz, manzara daha da güzelleşiyormuş.
Harika! Böylece Como’da kalma fikri benden çıkmadı, garson önerdi.
Sorularımıza aldığımız cevapların karşılığı olarak bir ara kahvaltı satın alarak, garson rehberimizin tavsiyelerine uyarak tırmanmaya başladık.
Matthew Bellamy, Madonna, George Clooney, Gianni Versace, Ronaldinho, Sylvester Stallone, Julian Lennon, Richard Branson, Ben Spies ve Pierina Legnani’nin evleri varmış yolumuzun üstünde ama biz sadece şöhretlerin evlerinden George Clooney’in sattığı Oleandra Evi’ni gördük.
Ancak anladık ki sadece ünlüler değil, yönetmenler de seviyor Como’yu. Star Wars II – Klonların Saldırısı ve James Bond’un Casiono Royale’inin çekildiği Villa del Balbian’ın önünden geçtik, ancak Uma Thurman‘ın rol aldıgı Göl Kenarında Bir Ay, George Clooney, Brad Pitt ve Julia Roberts’in rol aldıgı Ocean Twelve, Adam Sandler ve Jennifer Aniston’ın başrollerini paylaştığı Netflix komedisi Murder Mystery , Antonio Banderas‘ın başrol oynadığı dram The Other Man filmlerinin çekildiği Villa del Balbianello ve Villa Erba’yı gezdik.
Tüm bunları öğlen yemeğinden önce yaptık. Zaman akmasa da biz yorulduk bile. Hal böyleyken daha uzun kalmak istiyorum burada, Como akşamını, akşamın huzurunu merak ediyorum. Garsonların iyi bir işbirlikçi olduğunu keşfettim bir kere, oturduğumuz restoranın garsonu ile sohbete koyuluyorum, maksat arkadaşımın kulağına su kaçırmak.
“Bu akşam burada kalmak isterdik ama otelimiz ve eşyalarımız Milano’da…”
Hangi otelde kaldığımızı sordu garson ve bingo! Otelimizin Bellagio’da şubesi varmış, gidip konuşursak indirimli kalabilirmişiz. Dediği gibi de oldu, sakin bir döneme rast geldiğimiz için yüzde 50 indirim yaptılar. Artık bir odamız ve bir günümüz daha var Como’da!
Biraz dinlenip kendimizi attık sokağa, bu kez arkadaşım da gezmeye niyetli, kaybolma korkumuz da yok nasılsa: Çünkü nereye gidersen git göl arkanda kalıyor. Her türlü aşağı dogru inişe geçiceksin. Pitorex ve renkli sokaklarda dolaştık, her yerde gölü başka açılardan da görmek için durmayı ve arkama bakmayı ihmal etmedim. Gezdik, yedik, içtik.
Bellagio, Y şeklinde akan Como Gölü’nün oluşturduğu benzersiz güzellikte. Lüks restoranlardan, salaş kafelere; şarap evlerinden, ipek satan dükkanlara İtalya’ya özgü aradığınız her şey var. Burası sakinliği sevenlerin hafta içinde uğrak noktasıymış. Menaggio sahilinde yürüyüş yaptık. Fort Montecchio – Lusardi kalesini gezdik.
Ben gezerken çok konuşmam. İtalyan esnaf ise çok konuşkan. Sürekli bir şeyler anlatıp, tavsiyelerde bulunuyorlar. Aslında bizi tursuz ve rehbersiz gören esnaf, turist iki kadına tüm iyi niyetiyle yardımcı olmak istiyor. Bu işi çok iyi beceriyorlar üstelik, size kendinizi değerli hissettiriyorlar. Söz bir şekilde şairlere, şiirlere geliyor.
Burada şair olmana gerek yok. Kendiliğinden akar kelimeler, dedim ortamın havasına kapılarak.
Evet insanın içindeki sanatçıyı uyandırıyor Como Gölü. Devamında öğrendik ki, her yıl Laura Garavaglia, Como’da bir festival düzenliyormuş: Festival Internazionale Europa in Versi. Şiire gönül vermiş Comolu bir gazeteci olan Garavaglia, bu festivalde genç şairler arasında bir de şiir okuma yarışması yaparak gençleri teşvik ediyormuş.
Kesinlikle doğru bir iş. Como, film çekmek için ne kadar uygunsa; şiir, roman gibi edebi eserler üretmek için de o kadar uygun. Şairler, yazarlar burada üç ay yaşasalar, kim bilir neler çıkar?
Benden öne birileri de düşünmüş bunu elbette, tam da hayal ettiğimi yapmışlar.
Wordsworth, Longfellow, Landon: 3 şair. 3 farklı dönem. 3 farklı yaşam. Como’nun büyüsüne kapılmış, duygularını unutulmaz şiirsel sözcüklere dönüştürebilmiş üç yaratıcı ruh yaşamış, bu huzurun kendisi gölde.
İlk şairimiz Como aşıklarından ünlü İngiliz şair William Wordsworth. Şair 1770 doğumlu, 1790 yılında kısa bir süre Como gölünde yaşamış ve hemen bir şiir yazmış. Wordsworth zaten hemen hemen tüm şiirlerinde tabiat sevgisini anlatmış, doğada ebedi güzellikle iyiliğin görünmeyen varlığını aramış. Şair Lake of Como adlı şiirine şöyle başlıyor:
And, Como! thou, a treasure whom the earth
Keeps to herself, confined as in a depthVe, Como! Sen dünyanın hazinesisin
Derinliklerinde kendine sakladığı
İkinci şairimiz; 1887 – 1882 yılları arasında yaşamış olan Amerikalı şair, akademisyen Henry Wadsworth Longfellow gençliğinde yaptığı Avrupa gezisinde Como gölünden o kadar etkilenmiş, o kadar inanılmaz bulmuş ki, hayali bir cennet gibi her an kaybolabileceğinden endişe etmiş, tıpkı bu hayattaki her türlü mutluluk gibi.
Varenna with its white cascade.
I ask myself, Is this a dream?
Will it all vanish into air-?
Is there a land of such supreme
And perfect beauty anywhere?
Sweel vision! Do not fade away;
Linger until my heart shall take
Into itself the summer day,
And all the, beauty of the lake.
Linger until upon my brain
Is stamped an image of the scene,
Then fade into the air again,
And be as if thou hadst not been.
Bu şiiri İngilizce’den çevirmeye çalışacağım.
Beyaz şelalesiyle Varenna.
Kendime soruyorum, bu bir rüya mı?
Hepsi havaya mı karışacak-?
Böylesine yüce ve mükemmel güzelliğe sahip
bir ülke var mı herhangi bir yerde?
Görkemli bir görüntü! Solup gitme;
Kalbim yaz gününü içine alana kadar
Ve gölün tüm güzelliğini.
Beynimin üzerine bir sahnenin damgalanana kadar
Sonra tekrar havaya karışıp
Ve sanki hiç olmamışsın gibi ol.
Ve sıra üçüncü şairimizde… 1802-1838 yılları arasında yaşamış İngiliz şair Letitia Elizabeth Landon. Daha çok isminin kısaltması olan L.E.L adıyla tanınan şair, bitmek bilmeyen söylentiler, spekülasyonlar, tartışmalar, abartılar, gizemler derken, o zamanki magazin dünyasının popüler isimlerinden biri. Ancak L.E.L için Como Gölü melankoli anlamına geliyor. Şairin The Lake of Como adlı şiirinin ilk iki ve son iki dizesini Türkçeye çevirmeyi deneyeceğim. Böylece L.E.L’i de anmış olalım.
I am beside the lake,
The lonely lake which used to be
The wide world of the beating heart
When I was, love, with thee.Gölün kenarındayım,
Eskiden yalnız olan göl
Kalbin atan engin dünyasında
Ben, sevgili, seninleyken.
I see the quiet evening lights
Amid the distant mountains shine;
I hear the music of a lute,
It used to come from thine.Görüyorum sessiz akşam ışıklarını
Uzaktaki dağların arasında parlıyor;
Duyuyorum bir lavtanın müziğini,
Eskiden seninkinden gelirdi.
…
False beauty haunting still my heart,
Though long since from that heart removed;
These waves but tell me how thou wert
Too well and vainly loved.Sahte güzellik hala kalbimi rahatsız ediyor,
Gerçi o kalpten çoktan ayrılmış olsam da;
Bu dalgalar ama bana nasıl olduğunu söyle
Çok ve boşuna sevildin.
Fair lake, it is all vain to seek
The influence of thy lovely shore—
I ask of thee for hope and love—
They come to me no more.Güzel göl, aramak boşuna
Senin güzel kıyının etkisini—
Senden umut ve sevgi istiyorum—
Onlar artık bana gelmiyor.
Güzel göl, güzel L.E.L… Genç şair, asi yazar… Döneminde çok konuşulmuş, çok yorulmuş L.E.L. Yalnız yaşayan, geçimini yazarak sağlayan bir kadın olarak çok eleştirilmiş, hayatı didik didik edilirken kim bilir ne acılar yaşamış?
Olur da yolunuz Como Gölü’ne düşerse sadece ünlülerin evlerini değil, Wordsworth, Longfellow ve L.E.L’in dizelerini de hatırlayın lütfen… Belki bir şiir de siz yazarsınız.
Bizim Como Gölü maceramıza dönersek; sadece iki gün sürdü. Bolca duygu yüklenerek, bir gün daha uzun kalmayı umarak bu şehre, günün en son feribotuyla veda ettik. Suya vuran ışıkları, gökyüzü ile suyunun rengi birbirine karışan Como geceye hazırlanırken, yarım kalan bir yolculuğun hüznü ile sessizliğe gömüldük… Aklımda kalan akşamın kızıllığı ve huzur…
Dedim size, Como’da şair olmanıza gerek yok; kendiliğinden akar kelimeler…