Melek Toksoy
“Sessizliği bilen gürültüyü yönetir.”
Lao Tzu
En sevdiğim sözüdür Lao Tzu’nun. Ne çok hikayeler çıkar içeriğindeki anlam yelpazesinden. Sessizlik irade ile gelen bir durumdur. Bazen bir sınav gibidir. Doğru anda, doğru yerde sakin kalabilmektir. Sakin kalıp düşünmektir, empati kurup bir kez daha düşünmektir. Sessizlik süzgeçtir; ince ayrıntılara sakince gidilen yol. Her şeyden önemlisi iyi bir dinleyen olabilmekten de gelen; kendini, karşısındakini, doğayı, yaşamı… Var olma savaşının en kıymetli yönüdür kısacası.
Gürültü de bir var olma savaşıdır, duyuramadığını duyurabilmenin çaresizliğinde. Çoğu zaman işe yarar bu. Tabii durmayı bilecek noktayı kaçırmamaktır beklenen etkiyi yakalamak için. Fakat bir yandan; ruhen yükselenlerin, duygu ve düşünceleri çarpışan insanların kendi yüreklerini duymadıkları anların sesidir de.
Sessizlik ve Gürültü; asıl birbirleriyle var olan iki zıt kutuplar. Gürültü olmadan sessizlik, sessizlik olmadan gürültü olmaz ya da birini tanımlamak için diğerini hatırlamak gerekir.
Birbirlerini bir enstrüman hassasiyetinde tamamlayan kavramlardır esasında. Sessizlik ve gürültü, müziğin en temel bileşenleri gibi; biri varlığıyla değil, yokluğuyla; diğeri ise kaosuyla anlam kazanır. Yaşamın harmonisi, bu iki zıt kutbun diliyle, gerilimleriyle renklenir, şekillenir, iyiye yükselir. Ya da tersine körelir, kopar boğulur…
Gürültü; hayatta sağlam kalabilmenin bazen bir yolu bazen de tek yolu gibi görünür sahibine. Var olma görünme kendini duyurma yorgunluğunun patlamasıdır. Sessiz kalana tepkidir, ısrarla susana, tepkisizliğe tepkidir. Patlayan yani gürültü çıkaranın tarzı olmasa da kazanması ve buna şaşırmasıdır da.
Sessizlik doğası gereği gürültüden daha değerli görünür. Fakat hangi ölçüde, neye göre? Sessiz olmanın pek çok şekli sebebi var. Sessizlik yemini vardır bir de. Konusu içeriği toplum veya aile huzurunu bozacak ise susulur bazen. Bunun olmaması için duyarlılık üzerinde bir yemindir bu. Vicdana dayanan sessizlik yemini. Kaosu önlemek…
Bir de hainlerin sessizlik yemini vardır. Çıkarları uğruna hak hukuktan kaçmak adına susarlar. Merkezde sadece kendi çıkarları vardır, susarlar.
Sessizlik, gürültü karşısında doğru yaşandığında balyoz gücünde, yerinde ağırdır. Işık hızı gücünde de dünyaya yayılacak en yüksek sestir her yerde duyulabilir.
Tam bu noktada Tao’nun sözünü hatırlayalım. “Sessizliği bilen gürültüyü yönetir.”
Ya yönetemez yani sessizlikte zorlanırsa?..
*
Anne evin içinde haykırıyor. “Yeter artık ya, zaten yeterince dert var başımızda, ne bu şimdi?” İleri geri sadece bir iş, bir meşgale olsun da içindeki öfkeyi bastırsın diye devamlı yürüyordu. Bir dolabı açıp düzenliyor ya da içinden bir şey çıkartıp düşünüyordu. “Ne yapacaktım ben bununla? Virgül, nokta koymadan cümleleri havada uçuşuyordu. “Yok hayallerim yüksek değilmiş! Yok anlamazmışım. Biri gelir ‘sen zaten bize ne yaptın ki’ der, öteki ‘kadın başına sanki çok biliyorsun’ diye ukalalık yapar. Beni kim anlıyor acaba?”
Kimi kelimeler cümlelerden kopup odada iki büklüm durmuş kızının kulaklarına asılmıştı. Bir kelime yüreğine yarı yapışmış sallanıyordu. Diğeri pencereye asıyor kendini, kimisi yerlerde, üzerine bastığını fark ediyor kadın. Daha da hiddetleniyor. Bu defa kendine daha çok. Daha öncesi? Kime daha çok? O’na! O kim? Kızına mı? Hayır! Kızına döndü, avuçlarını kulaklarına bastırmış devamlı tekrarlıyordu.
“Sus, sus, sus!”
Bir kızına bir ellerine bakıyordu. Sebep ondan çıkmıştı, evet, sonra da kızgınlığı kendine, diğerlerine, etrafa dolanmıştı. Bir an içini derin bir sızı kapladı. Soluğu tıkandı. Kızına bir şey diyecekti, utandı sustu.
Dolaptan eline aldıklarını fark etti. Şaşırmış baktı, patlıcan biber havuç. Hemen onları kızartmaya hazırladı. İri baş iki soğanı da alıp şişman halkalar formunda kesti. Yağı kızdırdı. İçinden, dudak arasından, mırıltıya inen kavgasından, kızgın yağa düşmüş birkaç kelime cevap gibi sırıtıyorlardı yüzerken.
Öfkeyle önce patlıcanları değil biberleri saldı o kelimelerin üstüne. Etrafa mis gibi yayılan yağ ve biberlerin kokusu dikkatini o ana davet etmiş, arka fondaki doğanın sesini de duymasını sağlamıştı. Cıvıldayan kuşlar, yoldan geçen arabaların sesi, rüzgârın yapraklarla melodisi, havlama sesleri. Kendini sarmalayan bu doğal seslerle öfke mırıltıları da kesilmişti.
“Sus, sus, sus” diyen, hıçkırığa dönmesi an meselesi, çaresiz kızının sesi; yüzüne bir kez daha tokat gibi çarptı. Yanına iki adım attı tedirgin, öylece kaldılar. Yanık kokusu burun deliklerini doldurdu. Döndü tavaya kızdı, ocağa kızdı, biberlere kızdı, kendine kızdı. Kendi dışında hepsini lavaboya fırlattı. Derin derin nefes aldı. Yavaşça kızına yöneldi, çekinerek önünde diz çöktü.
“Özür dilerim. Kızgınlığım, öfke patlamamın asıl sebebi sen değildin. Beni affedebilecek misin?”
Kızı avuçları hala kulaklarında, iki yana salladı başını: “Bir buz dağı sırtımızda anne, o daha da ağırlaşmadan ateşlemeliyiz, bu ateş de buralardan defolup gitmekle olur. Yoksa senin bu krizlerinle benim beynim karanlıkta kalıyor, kulaklarımın çınlaması dışında hiçbir şey duymuyorum. Sen bana bağırıyorsun, asıl ses çıkarman gereken kişilere değil!”
*
İşte bazen sessizlik bir salgın gibidir, bulaşıcı hastalık gibi durması gerekirken durmaz, yayıldığı yerleştiği vücudun, ortamın; gürültünün çevrelediği çemberde kalıp eriyip yok olmasına neden olur.
Çoğu zaman da gürültü bulaşıcı hastalık gibi yerleştiği vücudun, ortamın harmonisini öyle savaşa sokar ki, kazanır. Kazandığı kendine, ortamına, hayata gerçekten iyi gelmişse âlâ. Ya doğru yöne olmadığında ve birinden birine iyi gelmediğinde?
Önemli olan iki zıt kutbun, aynı sahnede, ne için karşı karşıya geldiklerini bilmeleridir. Öyle değil mi? Birbirlerinde kaybolmadan var olmayı bilmek gibi. Velhasıl; “Gürültüde kaybolanlar, sessizliği; sessizlikte kaybolanlar gürültüyü iyi tahlil etmeliler, birbirlerini iyi duymalılar, anlamalılar”
Her birimiz farklı yaşam koşullarımızda kendi özgür tepkilerimizi vermeyi isteriz. Bazen, özgür irademize dayalı tepkilerimizi nasıl ne yönde vereceğimizi, doğru zamanını kestiremez, zorlanır, yönetemeyiz. Tüm bunlara dayalı ya susarız ya da gürültü çıkartırız, ya kazanırız, ya da kaybederiz.
Anne kızının ellerini sıkı sıkı tuttu, okşadı. Uzandı, yüzünü avuçlarıyla sardı. Gözlerinin içine gülümseyerek baktı, bakıştılar.
“Gidelim kızım. Geç bile kaldık.”

Melek Toksoy, Antalya doğumlu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudu. Turizm ve otelcilik alanından emekli oldu. Yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldı; insanlar, hayvanlar, doğa her daim ilgisini çektiğinden, sandığından günlük ve karamalarını çıkartarak yazın hayatına başladı. Beş kolektif kitapta öyküleri yer aldı, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.