Hakan Akdoğan
Sesle girdim büyüklerin dünyasına, bağıra çağıra görünür olmak istedim, bilinir bir de ki anlaşılır olma isteği çok sonralara denk düşer. Onların arasına girme arzusuyla sözlerini kendiminkiyle böldüğüm zaman ‘gürültü’ dediler buna da asıl gürültü onlardan yükseliyordu. Benden işittiklerini anlamak iyi gelse de duymanın başka bir şey olduğunu fark ettiğimde sesin görünür olmak için de bilinir olmak için de yetmediğini anlayıp sustum; sustum da ne oldu; beni unuttular. Ta ki beni unuttuklarını hatırlayana dek. Beni unuttuklarını hatırladıklarında sessizliğime anlam vermeye çalıştılar, ilişkilerde yetersiz kaldığıma kanaat getirdiler.
Kendi sesimi kıstıkça zihnimde büyüyen sesi duymaya başladım ki bu önceden beni dürtükleyen sözlerden farklı tınılara sahipti. Beni susturdukları bütün güzel ihtimallerdi. Aklıma soktukları bütün güzel ihtimallerin zayıflığıydı. Zayıf olanlar ihtimaller miydi, o ihtimalleri yaşamanın ruh hali miydi; anlayamadım. Bir tıkırtıya dönüştüm giderek. Tıkırdadıkça güçlendim; güçlendikçe tıkırdadım. Zihnimdeki ses tıkırtılardan başkaydı ama tıkırtılar bir araya geldiğinde çok güçlüydü. Tıkırdadım durdum, durmadan tıkırdadım.
Beni görmediler. Gördüklerinde artık duyamadıkları bir şeyi arıyorlardı: Eski, bağıran, kendini parçalayan o çocuğun sesini. Oysa ben o sesi, tıkırtıların disipliniyle dönüştürmüştüm. Kayıp sandıkları şey, aslında ölü bir deriydi; ben, altında katman katman büyüyen yeni bir varlıktım.
Tıkırdadıkça güçlendim. Tıkırdadıkça güçlendim, evet, ama güç sandıkları şey değildi bu. Kemiklerimde biriken bir sarsıntı, dişlerimin arasında çiğnenen cam kırığı gibi bir dirençti. Güç, artık onların kulakları için değil, kendi kemiklerimin titreşimi için tıkırdıyor olmamdı.
Büyükler, göz ucuyla süzdüklerinde, gördükleri sadece hareketsiz bir gölgeydi. “Dingin,” dediler, “kabuğuna çekilmiş.” Oysa içimdeki tıkırtılar öyle bir hızla çoğalmıştı ki, her biri bir diğerine çarpıyor, kıvılcımlar saçıyor, sessiz bir fırtınanın çekirdeğini örüyordu. Susturdukları her ‘güzel ihtimal’, şimdi bir çelik bilyeye dönüşmüş, zihnimin labirentlerinde yuvarlanıyor, çelik bir ritimle duvarlara çarpıyordu. Bu, kırılganlığın değil, yoğunlaşmış bir özün sesiydi.
Onlar, kaybettiklerini sandıkları o eski, çığlık çığlığa çocuğun yasını tutarken, ben o çocuğun parçalarını topluyor, tıkırtıların dökümhanesinde yeniden dövüyordum. Ölü deri dedikleri kabuk, aslında bir kozaydı. Ben, karanlıkta ışıldayan, tıkırdayan bir pupadan başka bir şey değildim artık. Katman katman büyüyen şey, sadece ben değildim; susturulmuş her olasılığın katılaşmış özüydü. Katman katman büyüyen o öz, artık kabuğuma sığmıyordu. Tıkırtılarım kendi yerçekimimi yaratmaya başladı. Susturulmuş her olasılık, bir kum tanesi kadar somuttu şimdi.
Büyükler, hâlâ o hareketsiz gölgeye bakıp “Dingin!” diye fısıldadıkça, ben kozamın ipeklerini kemiriyordum. Ölü deri sanılan kabuğun altında, tıkırtılar öyle bir basınca ulaşmıştı ki, en küçük çatlak bile parlıyordu zihnimin karanlığında. Çelik bilyeler artık duvarlara değil, zamanın katılaşmış katmanlarına çarpıyordu. Her darbe, geçmişin tortusundan bir parça koparıyor, geleceğin yarıklarına ekliyordu.
Geleceğin yarıklarına eklediğim her parça, geçmişin irinini sıyırıyordu dişlerimden. Zamanın katılaşmış katmanları mı? Sıçtığım taş gibiydi hepsi. Çelik bilyelerim, onların kıçıkırık düzenlerinin cam vitrinlerine fırlatılmış taş gibi gömülüyordu. Her darbe, susturulmuş olasılıkların intikam çığlığıydı kulak zarımda patlayan.
Büyükler “Dingin!” diye geveledikçe, gırtlaklarında kendi yalanlarının kemiği tıkanıyordu. Ben? Kozamın ipeklerini kemirirken, bağırsaklarımın kıvrımında bir isyan kaynıyordu. Ölü deri sanılan kabuk, şimdi cerahatli bir yara kabuğuydu. Patlatsa mıydım? Tıkırtılar basınç yaptıkça, içimdeki çürük meyve çatlıyor, kurtları dışarı fırlıyordu.
Bir gece, dişlerimin arasındaki cam kırığı, dilimin altında eridi. Kanla karıştı. Zehirli bir tükürük topu oldu. Adı: “YETER ARTIK LAN!”
TIK! – Bu sefer ses, kaburgalarımın kırık uçlarının birbirine sürtünmesiydi.
TIK! – Omurgamda kaynamamış bir fıtığın seğirmesi.
TIK! – Beynimde patlayan bir damarın son atışı.
“Dingin” gölgem, duvarda bir kan lekesi gibi büyüdü. Sonra aniden sıyrıldı. Tavana fırladı. Altın toz mu? Siktir et! Kusmuğumun buharıydı o, midemde çalkalanan küfürbaz bir fırtına. Büyükler fincanlarını düşürdü. Kahve değil, işedikleri korkuydu halıya dökülen.
“Gölgen…” diye gık dedi biri.
“Hayır,” diye hırladı öteki, gözlerinin beyazı kıpkızıl, “Cehennem… Cehennem çiçeği mi o?”
Gördükleri şey, sıçtıkları bütün o “güzel ihtimallerin” çürüyüp kokuşmuş cesediydi. Kabuğumun altında mayalanan isyandı.
Tıkırtılarım artık onların boklu kalplerinin ritimsiz atışında vuruyordu. Dişlerinde kendi çocukluklarının kırık camlarını kıtırdattılar. Anladılar mı? Anladılar!
“Dingin” sandıkları şey, patlamaya hazır bir apseydi sadece. İğrenç, iltihaplı, acımasız.
Ve ben, kozamın çatlağından sızan o kusmuk buharı, son tıkırtımı kustum:
“ALIN LAN GERİ VERDİĞİNİZ BÜTÜN O GÜZEL İHTİMALLERİ!”
Sesim bağırmıyordu artık. Çünkü bağırmak, onların diline düşmekti. Ben tükürdüm. Kanlı, irinli, saf nefret.
Duvarlar yarıldı. Sıvalar döküldü. Ama çatırdayan onların dünyasının temel direkleri değildi sadece.
Çatırdayan, kendi kafataslarının içinde unuttukları çocuğun kemikleriydi.

Hakan Akdoğan, Hacettepe Üniversitesi ‘İngiliz Dil Bilimi’ bölümünü bitirdikten sonra Anadolu Üniversitesi ‘Medya ve İletişim’ bölümünü tamamladı. Uludağ Üniversitesi’nde ‘İnsan, Toplum ve Felsefe’ programında yüksek lisans çalışması yaptı. Sanatla Terapi ve Adli Psikoloji Uzmanlığı eğitimleri aldı. International Dublin University’de Sosyal Psikoloji alanında Master derecesi yapmaktadır. 2003 yılından bu yana birçok üniversite ve kurumda ‘Yaratıcı Yazı’, ‘Derin Okuma’, ‘Sanatla Farkındalık’ gibi konularda eğitimler vermekte, çeşitli platformlarda konuşmacı olarak yer almaktadır. Halen bazı üniversitelerde ve çeşitli kurumlarda eğitimler vermekte, yayınevlerine yayın danışmanlığı yapmaktadır. Distopya Akademi’nin kurucusudur. Nü Peride, Gölge Yaşatan, Struma, İlişmek, Varlık ve Piçlik, Kirpi Mesafesi, Kenet adlı romanları yazdı. Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Eserleri birçok dilde ve ülkede, yabancı okurlarla da buluşmaktadır.