Arzu Kurt
Gözlerini siyah bir boşluğa açtı. Kulaklarında tarifleyemeyeceği bir çınlama. Ağzında pas tadı. Öldüm mü? Zihnini zorladı. Masmavi bir gökyüzüne bakıyordu. Yaklaştıkça büyüyen siyah noktalara… Çığlıklar, kaçan çocuklar, elleriyle yıkılan duvarları kazıyarak kaldırmaya çalışan erkekler. Baş örtüsü omuzlarına kaymış, kucağında tuttuğu minik çocuktan akan kanla elbisesi kızıla boyanmış kadının görüntüsü ve sesi çıkmaya çalıştığı boşluğa geri dönme paniği yarattı. “Rüya bu, rüya bu” diye tekrarladı. Şimdi uyanacaktı.
…
Çocukluğunda hayal ettiği gibi doktor olsaydı sınır tanımayan doktorlara katılırdı. Gözleri elindeki telefonda; dünyalar güzeli bir kızın buğulu gözlerine bakıyordu. Abluka altındaki bir kamptan yapıyordu muhabir bu görüşmeyi. En çok neyi özledin, diye sordu kız çocuğuna. Annesiz kalbim, annemi cevabını duymayı bekledi. Mavi gözlü kız ‘yemek’ dedi, yaşaran gözlerini sildi. Elimde telefon kalakaldım bir an. Ağzıma attığım lokma büyüdü, büyüdü. Bir bulantı sardı içimi. O gün bu gündür geçmiyor.
Yazı işleri toplantısında bölgeye gidilmesi gerektiğini savunuyorum çaresizce. Can güvenliğimiz yok, diyorlar. Uluslararası izinler, sınırlandırılmış bölgelerde izin verilen gazetecilik, garanti edilemeyen korunma. Açlık, susuzluk, hastalık, can güvenliği riski. Hiçbirini duymuyorum. Sadece bu bulantı dursun istiyorum. Rüyalarıma giren o bir çift mavi göz gülümsesin istiyorum.
Eskiler kılıçtan keskin kalemlerden bahsederdi. Şövalye yazarlardan. Yeri göğü inleten, sarsan yazılardan. Biz şimdi iğneden hallice tuşlarla kuyu kazıyoruz sanki. Dipsiz internet kuyusunu kelimelerle doldurmaya, fark yaratmaya, insan kalmaya, itiraz etmeye çabalıyoruz.
Aklım almıyor. Soykırıma evlatlarını vermiş bir milletin yaptıklarını anlamaya, bunu durdurabilecekken karşılıklı anlaşmalarla ipe un seren devletlere, onları yönetenlere, pazarlıklara, din ittifaklarına, ekonomik bağlantılara. Sadece halklardan yana ümidim var. Bu güruhun içinde insan kalabilen, düşünebilen, sevebilen insanlara tutunuyorum. Aslında boşluğa tutunuyorum. İki boşluk arasındaki var oluşum belki de bir hiçlik. Hiçten var, vardan yokum.
‘İnsan olmak’ ne demektir? Sartre, buna kendilik bilinci der. ‘Bir şeyin’ bilinci. O şey ‘kendi-için’ olarak var olur. Bilinç ‘hiçliği’ deneyimler ve bilir. İşte bu yüzden insan kendini temellendirmelidir. İşte ben de kendimi var etmeye çalışıyordum. Bu benim özümden geliyordu. Yadsıyamazdım. Çok mu iyiydim, pek mi insandım? Sanmam. Sadece kendim için, kendime özgü, kendime özgürdüm. Yine de boşlukla kaplı olduğum günleri özlüyorum. Evet bunu yapacaktım. Bunu bu şekilde yapma özgürlüğüm vardı. Bu benim özgün projemdi.
Kendi yaşamımın tekilliğinde evrensel bir varoluş yaratacaktım. Ya da ölecektim. Bu da bir hiçtir.
…
Uyanmadı. Kadının sesi dünya yıkılıyor gibiydi. “Ahh! Ahhh! Aaaaaahhhhh! Gözleri bilinçsiz bir karanlıkla bakıyordu. Akan gözyaşları toprakla kaplı yüzünde iki vadi oluşturmuş. Çocuğu yıkıyordu. Bu kadar kan neyle yıkanırdı. O küçücük bedende bu kadar kan olabilir miydi? Varlığı bu dünyada değildi. Hiç var olmamıştı. Var olmuş olsaydı bu yaşanmış olamazdı değil mi? O yoktu. Biz, siz, onlar. Yoktuk.
…
Bilincin bozulmasıdır duygu. Bilincim bozuldu. Duygu kusuyorum.
Duygular Teorisi Taslağı’nda Sartre; duygu, belirli bir durumla karşı karşıya kalan bilincin bozulmasından kaynaklanır der.
Bir Heffalump hayal ettim. Dünyada hiç savaş yoktu. Maalesef fil olduğu yerde duruyor. Ben yıkımın tam orta yerinde, yoklukta, boşlukta, hiçlikte var oluyordum. Tam da boşluğa, yokluğa, hiçliğe düşmek isterken. Yok olmak isterken var oluyordum.
Bir yıkım insanlardan bağımsız olarak veri değildir. Bir heyelan olduğunda arazi değişir. Ancak bu heyelanda bir kasaba yok olursa bu yıkımdır. Sartre’a göre, yıkım, insanların kasabayı kırılgan olarak tanımlamasıyla vardır. Bizler kan ve gözyaşı içindeki bu coğrafyadaki yıkımı insanlığa ‘kırılgan’ olarak tanımlatamadığımız ölçüde ‘hiç’ olarak kalacaktır.
İnsan olmanın ne olduğuna dair varoluşçu anlayış; yazma eylemimin altında yatan motivasyonumun, var olma arzusundaki bilincin doğasından kaynaklandığını fısıldıyor bana. Belki bu yazı hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Ama ben bunu yazmış olmakla varoluşumu onurlandıracağım.
…
Yok uyumadım öldüm ben, dedi. Öldüm, cehennemde uyandım. Dört kadın asker teslim edilmişti. Sığınmacılara geçiş izni verilmişti. Bu, bu yapılamazdı. Yapıldı. Geçiş izni verilen kafilelere, gıda yardımı almaya çalışan çocuklara, hastanelere, yardım gönüllülerine, basına sıkılan kurşunlara izin verilemezdi. Verildi. Tüm dünya buna alışamazdı. Alıştı. Alıştık. Bir filmi izler gibi izliyoruz savaşları. Sınır başımızda olsa da bize bulaşmaz sanıyoruz. Oysa kötülük bulaşıcı.
…
Çabaladı ama o sessiz, o hiç boşluğa dönemeyeceğini anlaması uzun sürmedi. Bu dünyaya, fırlatılmıştı. Yaşaması isteniyordu. Sadece vardı. Orada öylece durmak var olmasına yetecek miydi? Önceki hayatını düşündü. Harika bir kariyeri olmuştu. Okul, iş, başarılar, yönettiği gruplar, aldığı ödüller. Koskoca bir hayatı kendini tanıma, anlama, inşa etme çabasıyla geçirmişti; tam buldum dediği ana kadar. Şimdi bu yıkılmış evlerin ortasında, moloz yığınları arasında yarısı parçalanmış bedenine bakıyordu. Yıkıp yeniden inşa etmek gerek demişti hocası, kendini var etme demişti Sartre.
Yerden molozları toplayıp eksik parçalara yamıyordu. O kadar çok kol ve bacak parçası vardı ki boyuna uygun olanı seçebildi. Biraz yarım bağırsak, az mide, birkaç kaburga. Çocuğu kucağında kanayan kadın kalbinin olduğu yeri gösterip boynunu büktü özür dilercesine. Kısa bir an gerçeklikte durdu. Ahh! Ahhh! Aaaaaahhhhh! Boşluğuna geri döndü. Kalpsiz kaldı. Kalbinin yarım boşluğunu, kan, gözyaşı, acı ve delilikle doldurdu. Tüm bedenine ölmemişliğin utancını sardı deri niyetine. Eli kafatasındaki boşluğu yokladı. Bilinç istemiyordu, duygu istemiyordu, empati yoktu. Molozların arasından taşlara uzandı. Biraz bulantı biraz tiksinti çokça öfke, kin, intikam topladı. Tek tek inşa etti kafatasını. Yarı insan yarı taş.
…
Yarı insan yarı moloz beden. Hem Frankenstein hem canavardır. Böylece boşluktan gelmiş, hiçlikten doğmuştur. Var olmak için yıkım şart mıdır? Bilemem ama kendimizi inşa ettiğimizi sandığımız bu zihin, açık veya kapalı başkalarınca içimize boca edilenler, dil, din, otorite, tarafından yüklenenler arasından hissetmeye, düşünmeye var olmaya çalışan bu zihin, ancak bir canavar olabilirdi.
Böyle bir dünya ile karşılaşmış ‘Ben’ varoluşumu yıkımdan yarattım demeye utanıyorum. Yine de bir seçim yapmış olmak, karşı durmak da bir varoluştur diye avunabilirim belki. Ne de olsa ‘Egomuza’ bir kayadan daha çok önem veriyoruz. Ben varım. Neysem oyum. Varlığımın hiçliği ile boşluğa tutundum. Bende boşluk bilinci var. Hayatım iki boşluk arası. Ben bir hiç-im. Beni gören ötekine ihtiyacım var. Ey okur, senin varlığın ve okuman beni, boşluğumu kucaklıyor. Seninle, okumanla varım. ‘Kendinde varlığım’ ‘kendim için bir varlığa’ dönüşüyor. Bana bak, beni anla, beni yarat.
Yarı insan yarı moloz kafatasımı ellerimin arasına aldım. Yapabildiğim şeyi yaptım. Yazdım. Sen ey okur. Bu vahşete için bir damla kanıyorsa; beynindeki molozdan bir taşı çekip atabilirsin. Çok umutlanma bulantı devam edecek.

Arzu Kurt, Karabük doğumlu, evli, iki çocuk annesi. İstanbul’da yaşıyor. Denize ve kitaplara aşık. Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Bir kamu bankasında şube müdürü olarak rakamlarla geçen yılların ardından emekli olup kelimelere yöneldi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde başladığı ikinci kariyerinde kolektif kitaplarda altı öyküsü ve iki dergi yazısı yayımlandı. Yazı yolculuğuna Suaremag’da devam ediyor.

