Şebnem Özbay
Çocukken soru işaretleriyle dolu, meraklar içindeki kafam sürekli karışırdı. Şaşkınlıkla hem anne tarafıma hem de baba tarafıma bakardım. Ben kimdim, nereliydim, nereye aittim? Sorduklarında ne cevap vermeliydim? Neden annem başka bir lisan, babam başka bir lisan konuşurdu ve niçin evimizde, yaşadığımız kentin şivesi katiyen konuşulmazdı? Evet, Urfalıydık ama Urfalılar gibi konuşmuyor, onlar gibi yaşamıyorduk. Bizde vardı bir farklılık, onlara benzemezlik. Büyüdükçe nedenini öğrendim tabii…
Buhara’dan iki asır önce Urfa’ya gelmiş atalarım… Bu kesin bilgi olmasına rağmen, bilinen bir göç hikâyemiz yok, hatta yanlarına katıp getirdikleri bir kültürel miras da yok. Nereden geldik, sorusuna verilen cevap tek kelime… “Buhara’dan.” Hatırlıyorum, bazen merak eder sorardım, “halacığım biz nereden gelmiştik?” Halam, gayet kendinden emin cevap verirdi. “Buhara’dan yavrum.” Bu cevap elbette yeterli gelmez ve yine sorardım: Halacığım, Buhara nerededir?
Halam; düşünür, taşınır, yukarı doğru bakar ve anlatırdı:”E, şey.. şey işte, Buhara nerede olacak, Buhara’dadır kızım. Dedelerimiz eskilerde şairmiş, yazarmış, âlimmiş, ha bir de çoğunun yazdığı divanları varmış…”
Böyle sürer giderdi…Büyükler de bilmezdi ki, mış mış da, miş miş! Onlar, eskiyi bilemeseler de, 1820’lere kadar geriye gittiğimde, bu topraklarda doğmuş olan en büyükten itibaren, hakikaten aralarında pek çok şair, yazar, topluma önderlik etmiş fertler olduğunu sonradan öğrendim. Hemen hepsinin hitabeti ve kalemi güçlü, ayrıca kız-erkek demeden eğitime çok önem vermişler.
Sonra kırsala giderdik. Kuşaklar boyu tarımla uğraşan büyüklerim, toprağa ayak bastığında devleşirdi gözümde. Şehir hayatındayken kravatlı, gömlekli görmeye alıştığımız babam; köyde şalvar giyer, poşu takar sağa sola emirler verirdi. Koskoca bir köy olan, Mutluca’nın ağasıydı o. Babasının, dedesinin, dedesinin de dedesinin olduğu gibi…
Çocukluğumda, henüz elektrik ve haliyle televizyon kırsala gelmediğinden, kadınların çoğu tek kelime Türkçe bilmezdi, tabii çocukları da… Erkekler okula gittiyse onlar ancak… Sonra adım adım gelişti oralar… Gülümseyerek anımsarım, Saba adında, çenesinde gösterişli bir dövmesi olan yaşlı kadın; evlerine siyah beyaz küçük bir televizyon geldiğinde çekinerek sormuştu, “ekranın içindeki insanlar da bizi görüyor mu,” diye.
Tatillerde ve hasat zamanlarında ovaya gider, her fırsatta köydeki kızlarla oyunlar oynardık tabii birbirimizin ne konuştuğunu anlamadan… Anlaşırdık ama, bilirsiniz çocuklar tuhaf bir şekilde birbirinin dilini anlar. Babamın o akıcı Arapçasının, çoçukluktan itibaren onlarla beraber yaşamasından kaynaklandığını da artık anlamıştım. Bugün o yöreye gittiğimde, tanıyan Araplar, “baban, bizim dilimizi bizden güzel konuşurdu,” dediklerinde gururlanırım. Bahçedeki iskemlelere oturmuş köylüler ve onun, o lirik lisanla uzun uzun anlattığı meseleler… Neler anlatırdı, ne konuşurlardı, alırdı beni hep bir merak!
Anne tarafına gelince… Geçenlerde YouTube kanallarından birinde Lazlarla ilgili bir belgesele rastladım. Zihnimin iyice gerilerinde kalmış; silik, belli belirsiz hatıralarım canlandı. Tabii ya! Ben aynı zamanda, bir Laz kızının da kızıyım. Çocukluk ve gençlik yıllarımın bazı kısımlarında, annemin çoğunlukla telefonun diğer ucundaki annesine; heyecanla, çabuk çabuk anlattığı tabii biz çocukları için öyle uzak, öyle tuhaf, öyle anlaşılmaz bir lisan!
Anneannemin bize geldiği, bizim onda kaldığımız zamanlarda -ki onun da annesi henüz hayattaydı- üç kuşak, Lazuriden senfoni orkestrası kurardı. Başımı bir anneme, bir anneanneme, bir onun annesine çevirir, konuşmalarını anlayamamanın sıkıntısını duyumsardım. “Anne, biz anlayamıyoruz ama… Türkçe konuşsanıza…” dediğimizde, genellikle uzak veya yakın akrabaların hayatlarındaki gelişmeleri birbirine aktardıklarından -dikkat buyurun dedikodu demiyorum- ve zaten eş durumundan artık enikonu Urfalı olduğu için, kendi coğrafyasına ait her şeyden geri kalan annem, “öff, dostibit, susu biraz…” diyerek iyice Lazlaşır ve neredeyse bizi paylar, tekrar hevesle kendi dünyasına dönerdi.
“Nana mohti… (Anne gel)”
Türkçe tek kelime bilmeyen, meleğe benzettiğim annemin ninesi, bizlere tebessümle bakar, masmavi gözlerini muzipçe kırpardı. Ayrıca, Osmanlı zamanında savaşmak için cepheye kocası, senelerce dönmemiş, Hopa’daki o derme çatma evde yedi çocuğunu bir başına büyütmüş. Evin kilerinde bal küpü dururmuş, çocuklar yermiş yermiş de, o bal hiç eksilmezmiş. Ta ki, komşusuna bu durumu anlatana kadar… Böyle de tuhaf hadisesi vardı onun. Torununun çocuğu olan bende değil fakat okyanus rengi o gözler, genetik miras olarak kızımda şimdi. İşte o sarışın, soluk benizli, renkli gözlü kadınların da genlerini taşıyorum.
Laz böreğine aşinalığım, hamsi ile gönül bağım, fasulye turşusu ile sevdalığım, mısır unu ile ekmek yapar olmam da bundan.
Ne mutlu ki, Anadolu’ muzun şu gepgeniş bağırı; herkesi, hepimizi içine almış ve sarıp sarmalamış… Karışmışız böyle birbirimize…

İstanbul’da dünyaya geldi. Üniversiteyi, İşletme Bölümü’nde bitirdikten sonra finans alanında bir süre çalıştı. Çocukluğundan beri yazar olmayı hayal ederdi. Okuma tutkusunun yanına yıllar içinde yazma tutkusunu ekledi. Yayınlanmış bir romanı, dört öyküsü, değişik dergilerde yayınlanan şiirleri ve deneme yazıları vardır. Halen, Suaremag dergisinde yazmakta ve yeni romanını yayına hazırlamakta.

