Melis Melek
Her sene dünyadan 55 bin kişiye piyango ile Green Card (yarı vatandaşlık hakkı) veren Amerika’ya ilk girişini yapacak göçmen adayının ülkenin en büyük havalimanına iniş yapabileceği New York’taki JF Kennedy havalimanına gittiğinizde gözleri etrafa hayretle bakan, ellerinde kocaman valizlerle gelmiş yüzlerce yolcu görebilirsiniz. Bu taze göçmenlerin uçakları inmesine rağmen hâlâ Amerikan rüyasında olduklarını görebiliyorum.
Amerikan Rüyası; çok bilinen bir kavram: Çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan bir düşünce biçimi ve geleneği. Bu terimi, 1931’de James Truslow Adams tarafından, sosyal sınıf veya doğum koşulları ne olursa olsun, “hayat herkes için daha iyi, daha zengin ve daha dolu olmalı, herkese yetenek veya başarıya göre fırsatlar sunulmalıdır” diyerek ortaya atılmış.
New York yeni bir göçmen için çok yorucu olduğundan genelde ilk gelenler solundaki Long Island’a veya sağındaki New Jersey’e yerleşir. Çalışma temposuna kendini kaptırınca Manhattan ve Brooklyn’e yılda bir kere gitmek, Bodrum’a tatile gitmek gibi bir şey olur. Şehirdeki birbirinden ilginç etkinliklere, ömründe bir kere bile katılmak keyiflidir. Mardi Grass, Christmas, Halloween, Easter Parade, St.PatricksIrish Day, Happy Thanksgiving, Gay Pride… Burada her yerdekinden daha renklidir.
New York tam bir göçmen kenti. 170 tane farklı dil konuşuluyor. Sokakta göreceğiniz üç kişiden biri net Amerika dışından gelmiştir. Little Italy, Chinetown diye bölgeler de bu kozmopolit yapının bir yansıması. Bu çok dilli şehirde, çok iyi İngilizceniz olmadan da yaşayabilirsiniz. Ben sanat galerisinde çalışırken bildiği beş tane kelimeyle hiç susmadan konuşabilen Green Card kazanarak Amerika’ya gelen bir kadın tanıdım ve herkes nasıl anlıyordu bilmiyorum ama konuşmasını hayranlıkla izliyor ve cidden de anlıyordu.
Amerika’da önemli olan lehçe veya muhteşem İngilizce bilmek değil, sadece bir konuyu çok iyi bilmek ve o konuda yeteneğini konuşturmak. Kimse İngilizceyi nasıl konuştuğunuzu umursamıyor. İtalyan, Alman, Hollandalı nineler, dedeler akıllarında olmalı. Hatta İngiliz İngilizcesi için “İngilizler gibi edebiyat yapma derdimiz yok; bizler yoğun insanlarız, kısa, öz, netiz” diye yorum yapanlar tanıdım. Bu arada New York’ta aldığın hemen her ürünün arkasında İspanyolca açıklamalar yazıyor. İstesen de istemesen de bir şekilde İspanyolca hayatına giriyor. “See you tomorrow” yerine “see you manana” (yarın görüşmek üzere), “do you understand?” yerine “comprehende” demeye başlıyorsun.
Bu kadar çeşitliliğin arasında, yine de göçmen olduğunu unutmuyorsun. Hatta bir dönem, okul ve iş arasında yorgun düştüğüm bir dönemde göçmen filmleri izlemeye ve göç teması içeren kitaplar okumaya başlamıştım. Sanırım bana ilham verecek, motive edecek bir karakterle kendimi özdeşleştirmek, onun yaşadıklarını bilmenin hayatımı kolaylaştıracağını sanıyordum. Şarlo Göçmen, The Godfather, Cennetten de Garip, Moscow on the Hudson, Mississippi Masala, In America, Terminal, The Visitor, Brooklyn filmleri izlemiş ancak, bana ilham verecek bir hikaye yakalayamamıştım.
İlk okuduğum göçmenlik romanı Angela’nın Külleri (Angela’s Ashes) idi. Kitap muhteşem ancak o dönemde küçücük bir İrlanda asıllı Amerikalı çocuğun inanılmaz derece yoksulluğunu, fakirliğini, dramı bana çok ağır gelmişti. Her bir sayfası acı dolu. Yine de romanın konusundan söz etmek ve eğer okumadıysanız, okumanızı tavsiye ederim…
Frank, New York Brooklyn’de doğuyor. Alkolik babası geçimini sağlayamadığı için ülkesine geri dönerse daha iyi bir yaşam yaşayacaklarını sanarak tersine göç yapıyor ve İrlanda Limeric’e karısının ailesinin yanına dönüyor. O zamanlar bu tersine göç görülmeyen bir olay üstelik. Üç erkek kardeşi var. Bir de kız kardeşi oluyor. Önce kız kardeş, sonra ikiz erkek kardeşleri açlıktan ölüyor. Anne iki tane daha erkek evlat doğuruyor. Baba Protestan, anne ve çevresi Katolik. Babanın kötü bir lehçesi var. Bu yüzden iş bulmakta zorlanıyor. İşi bulsa bu kez çok içtiği için işten atılıyor. Hem filmde, hem de romanda yazar Frank diyor ki; “Sıradan sefil bir çocukluk yaşamaktan daha kötü olan şey, bir ‘İrlandalı’ olarak sıradan sefil bir çocukluk yaşamaktır. Ama hepsinden de kötü olanı ‘Katolik’ bir ‘İrlandalı’ olarak sıradan sefil bir çocukluk yaşamaktır.’’
Sonra alkolik baba çalışmaya gidiyorum, diyerek İngiltere’ye gidiyor ve bir daha dönmüyor. Rutubetli, tuvaleti olmayan bir evde aç karnına uyumak zorunda kalan, artık yemeklerden alabilmek için klişe kapılarında sıraya giren, yırtık giysilerden dolayı okul arkadaşlarından tarafından zorbalanıyor Frank. Henüz dört yaşındayken sınıf ayrımcılığının en uç noktasını yaşıyor.
Bu serinin ikinci kitabını epey zaman okumaya cesaret edemedim. Ruhuma bir yük oldu. O çocuğu o kitabın içindeki toplumsal işkenceden çekip almak istiyordum. Neyse ki Yazar Frank McCourt,“Angela’nın Külleri 2 Umuda Doğru” kitabında o yoksulluğun en son evresini yaşadığı İrlanda’nın Limerick şehrinden doğduğu Amerika’ya giderek, önce bir öğretmen sonra da çok ünlü bir yazar olmasını anlatıyor. Daha sonra 1999 yılında uyarlama filmini de izledim. İkinci kitaptaki mutlu sonu sevmiş ve kahramanımızın çabasını kendime örnek almıştım: Ne olursa olsun üniversite eğitimime devam etmeliydim, başarı bursumu korumak için çalışmaya ara vermemeliydim.
New York bir göçmen olarak uzun yıllar yaşayabileceğiniz şehir olsa da gözlemlerim; göçmenliğin iki-üç yıllık acemiliği atıldıktan sonda diğer eyaletlere geçiş yapılan, bir köprü şehir özelliği taşıyor. İşini, evini ayarlayan Washington DC, California, Florida, Boston, San Fransisco’da yaşam kuruyor. Ama her zaman aklının bir ucu New York’ta takılı kalacak şekilde.
Ve evet New York, “Amerikan Rüyası”nın en çok sınandığı ve en çok sorgulandığı şehir. Bugün Times Square’in neon ışıklarına, Queens’in çok dilli sokak tabelalarına, Brooklyn’in kültürel mozaiğine bakınca, şehrin göçmen kimliğini görmek zor değil. Tabii bu müthiş bir kültürel zenginlik de sunuyor.
New York’a yolu düşenler vakitlerince Empire State Binası, Central Park, Times Meydanı, Guggenheim Müzesi ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi, Özgürlük Anıtı gibi ikonik yerleri mutlata ziyaret edecektir. Eğer bir turla gelmediyseniz, rehberle dolaşmıyorsanız Hop on Hop off otobüslerine binerek New York’ta tüm görülmesi gereken yerleri gezmenizi tavsiye ederim. Özel tavsiyelerim şunlar olabilir: Cental Park’ta Pedicab yapmayı unutmayın. Yemekli bir tekne turuna katılın ve New York’un gecesini deniz üzerinde de yaşayın.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ni de (American Museum of Natural History) ziyaret etmenizi önereceğim ancak burayı bir günde gezerek bitirmeniz mümkün değil. Tamamını görmek için üç gün müzenin içerisinde yaşamalısınız!
Hızlıca bile ziyaret etseniz dinozor iskeletleri, mamutlar, okyanus canlıları, evrim sergilerive evren galerisi sizi etkileyecektir. Aynı zamanda bu müze insan göçleri, kültürler ve uygarlıkların tarihi üzerine çok zengin antropoloji koleksiyonuna da sahlarına sahip.
Bunun yanı sıra eğer New York’ta bir sanat rotası çizmek isterseniz; birinci gün The Metropolitan Museum of Art (The Met) ile başlayıp Central Park’ta bir yürüyüşün ardından modern sanatın mabedi Museum of Modern Art’ı (MoMA)ziyaret edebilirsiniz. Guggenheim Museum da bu rotaya eklenebilir.
İkinci gün Tenement Museum’dan başlayarak El Museo del Barrio (Spanish Harlem) ve Brooklyn Bushwick’te sokak sanatı turu yapabilirsiniz.
Eğer üçüncü gününüzü de sanata ayırmak isterseniz, Whitney Museum’dan başlayarak International Center of Photography (ICP) ve High Line yürüyüşü hoşunuza gidecektir.
Tabii bu hızlandırılmış bir tur için, yoksa her birine bir gün ayırmak gerekir. Ancak bu haliyle bile hem sanata doymuş olursunuz hem de New York’un göçmen köklerini ve sokak ruhunu hissettiren özel duraklarda durmuş…
Ve New York tüm bu yönleriyle bize şunu hatırlatır: Göç, yalnızca bir yer değiştirme değil, yeni kökler yaratma sanatıdır.


