Elçin Çakmak Eraslan
Bir portreyim. Etrafımda beni izleyen birçok insan var. Önümden geçiyor kimileri, portreme bakmadan. Kimileri ise kalıyorlar önümde, dakikalarca. Seyredilmek hoşuma gidiyor. Dudaklarımı, kaşımı, saçımı, yüzümü inceliyorlar. Onlardan biriyim. Ama onlardan biri de değilim. Kırışıklıklarım yerli yerinde. Göz çevremde, alnımda. Ressam öyle bir boyamış ki beni. Yüzümün bir tarafı gölgeli, bir kısmı aydınlık.
“Chiaroscuro tekniği,” diyor portremin fotoğrafını çeken adam. Portrenin fotoğrafıyım.
“Evet, evet o teknik,” diyor yanındaki ve diğeri ekliyor, “Rembrandt geldi aklıma.”
İtalyanca, ‘ışık- chiaro’ ve ‘karanlık – scuro’ kelimelerinin birleşmesiyle oluşan Chiaroscuro tekniğiyim ben. Resmeden Rembrandt değil ama gene de saygıyla eğiliyorum önlerinde, anlıyorlar beni. Çünkü bir Rembrandt tuvali gibi hem görüneni hem de saklanmışları yansıtıyorum.
Pişmanlıklarım var, geçmişe ait, ders çıkartmayı öğrenemediklerim.
Keşkelerim, olmayı istediklerim. İsyanım, dünyanın düzenine. Öfkem, savaşlara, kayıplara, engel olamadığım her şeye. Kıskançlıklarım, benim olmasını, onların ise olana. Umutsuzluklarım, geleceğe ait, çocuklarımıza, yaşamımıza dair. Sırlarım var, eşime, dostuma söylemeden içimin derinliklerine gömdüğüm. Zamanında söylemediklerim, içime atıp yeşerdiklerim. Kibrim, kendimi onlardan üstün gördüklerime. Özlemim, yanımda olmasını istediklerime dair. Sadece onlara. Ama bunlara rağmen ve çok ilginçtir ki; Memnuniyetim var, geçmişte yapabildiklerim için. Huzurum, kendi başıma yetebildiğim için. Mutluluğum, sağlıkla yaşayabildiğim için. Umudum, belki gün gelir devran döner diye. İnancım, bir gün herkesin güzel yaşayabileceğine. Gurur duyduklarım, başarılarına kadeh kaldırdığım. Yalnızlığım, bana kendimi bulmama yardımcı olan. Yaşatma arzum, bir bitkiyi, bir canlıyı, kendimi. Neşem, sevdiğim bir müzikte ettiğim dans.
Kimine göre otuz, kimine göre elli yaşındayım. Hangi açıdan baktıklarına göre değişiyor. Gölgeli taraf karanlık, elliler. Yüzümün ışıklı tarafı otuz. Dudağım kimine göre yukarı kıvrılmış, kimine göre, fırça darbesinden aslında, düz birer çizgi gibi. Doğan, yaşayan, ölen bir canlıyım tuval üstünde olsam da. Işık kadar gölgem de gerçek.
“Çok gerçekçi,” diyor yeni bir seyredenim. Işığın olduğu her yerde gölge olmalı. Aksi halde insan da canlı da var olamaz. Zıtlıklar olmazsa olmaz.
Zamanın tersine çevrilemeyeceğinin bir kanıtıyım. Yüzleşilmesi gereken gerçeklerin, karanlığın.
Işıklı alanlar daha çok yüzümün sol kısmı, seyredene göre ve ellerim. Kıyafetlerim hep puslu, karanlık. Onların bir önemi yok, diye bağırıyor tuvalim. Gözlerimde gölgeler. Onlar hep gölgeli olur. Gören onlar, ileten onlar. Kulaklarım saklı, saçlarım kapatmış. Ama duyuyorum. Ne yazık ki duyuyorum.
“Seviyorum böyle portreleri, reddetmiyor akışı,” diyor yeni gelen mor kravatlı bir adam.
“Akış,” diyor yanındaki kadın. Benimle aynı yaşta.
“Lekeler.” Adam elindeki içeceğini dudaklarına götürüyor. Onun elleri benden daha lekeli, yüzü de. Lekeli suratım.
“Beni bir çeksene,” diyor yeni gelenlerden biri. Genç halime benziyor. Yanıma, müzenin izin verdiği noktaya kadar yaklaşıyor. Genç kız ve ben. Neden çektiğini anlamıyorum. Böyle bir portreyle kim aynı karede olmak ister. Paylaşacak beni ve sonra unutacak. Üzülüyorum.
Ben bir portreyim. Ama aynı zamanda bir yüzleşme, insana ait her şeyimle.
Ve bu yüzden, beni izleyen her gözde bir hikâye gizli. Kimi beni hatırlamak için fotoğrafımı çeker, kimi sadece bir bakışla unutur. Oysa ben, o anların hepsini içimde saklarım. Her flaş patlaması, her nefes, her fısıltı bende yankılanır. Zamansız bir günlüğüm, kimseye ait olmayan ama herkesi anlatan bir hatıra.
Çocuklar gelir bazen, okul gezisiyle, gözlerinde merak. Bana uzun uzun bakar. Işığı takip eder, sonra öğretmeninin elini çekiştirir, “O neden üzgün?” der. Öğretmen susar. Çünkü cevap, kelimelerde değil, gölgelerde gizlidir. Oysa ben üzgün değilim; sadece gerçeğim. Boyaların arasında ne sahte bir gülüşüm ne de abartılmış bir hüzün. Ben, oldukları gibi kalamayanların sessizliğiyim.
Geceleri müze sessizliğe gömüldüğünde, yankılarla baş başa kalırım. Duvarlarda yankılanan adımlar, fısıltılar yavaşça yok olur. Ama ben duymaya devam ederim. Her gölge uzar, her ışık yavaşça söner, ben ise hâlâ buradayım. Ne tam geçmişin bir parçası ne de bugüne ait. Zamanın ortasında asılı kalmış bir portre.
Ressamımın elleri artık toprakta, ama onun dokunuşu hâlâ üzerimde. Fırça izlerinde onun sabrını, öfkesini, inancını taşıyorum. Tıpkı annemin, babamın, çocuklarımın, dostlarımın, ülkemin izleri gibi. Bu yüzden hâlâ canlıyım. Çünkü beni boyarken sadece yüzümü değil, ruhunu da bırakmıştı bana ressam. Ben onun sessiz devamıyım; her bakan gözde yeniden can bulan bir yankı.
Ve biliyorum, bir gün bu duvarlar da değişecek, bu müze de. Işıklar sönecek, başka yüzler asılacak yerime. Ama ben yine var olacağım. Çünkü beni gören her insan, bir parçamı kendi içinde taşıyor. Onların hafızasında, bir gölge kadar, bir ışık kırıntısı kadar kalacağım. Chiaroscuro; ışık ve karanlık, kontrast, gerçek ölümsüzlük budur.

Elçin Çakmak Erarslan, İstanbul’da dünyaya geldi. FMV Ayazağa Işık Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İktisat okudu. Londra’da yaptığı stajın ardından Türkiye’ye dönerek aile şirketinde çalışmaya başladı. Bu süreçte Galatasaray Üniversitesi’nde Pazarlama ve Lojistik Yönetimi yüksek lisansımı tamamladı. Halen profesyonel iş hayatını ve yaşantısını İstanbul – Almanya arasında sürdürüyor. Edebiyat Atölyesi Dergisi 2023 Öykü Yarışmasında üçüncü olan Eraslan, yazı çalışmalarına da devam ediyor.

