Zeynep Altuntaş
Her taşın, her otun, her insanın bir hikâyesi vardır. Ama hikâyelerin en ağırını sırtında taşıyanlardan biri, küçük bir kaplumbağaydı: Hıdırnaz.
Onun kabuğu başkaydı. Sıradan bir yuva, basit bir korunak değildi. Yüzyılların taşlaşmış sabrı, suskunluğu ve direnci bir araya gelmiş, sırtında somutlaşmıştı. İnsanlar evlerini duvarlarla çevreler, çelik kapılar takar, kilit üstüne kilit vururlardı. Hıdırnaz ise bütün bunları doğuştan taşırdı. Ama kim bilebilirdi ki, bu kabuğun içinde yalnızca bir kaplumbağanın değil, insanlığın bütün kırılganlığının, bütün korkularının izleri vardı?
Bir köyün kıyısında, tozlu yolların kenarında dolaşırdı. Çocuklar ona kimi zaman taş atar, kimi zaman ellerine alıp kabuğunu tıkır tıkır yoklar, bazen de ürkütürlerdi. Hıdırnaz hemen içine çekilirdi. O bildik, o sert, o güvenli kabuğun içine… Dışarıdan bakan biri, “Ne var bunda, işte saklandı,” derdi. Ama kimse bilmezdi, o kabuğun içinde koca bir dünya olduğunu.
Karanlık ve sessizlik, kabuğun içindeki yoldaşlarıydı. İşte orada düşünürdü. İnsanların da görünmez kabukları olduğunu sezerdi. Kimisi suskunluğuna sığınırdı, kimisi yalanlarına. Kimisi parayla örerdi kabuğunu, kimisi makamla. En güçlü görünenlerin bile kabukları vardı, üstelik çoğu zaman Hıdırnaz’ınkinden daha sertti.
Köyde Hasan Dayı vardı mesela. Çocukları çalışmaya gitmiş, yalnız kalmıştı. Akşamları kapısını üç kilit üstüne kilitler, pencereleri sıkıca kapatır, dışarıdan kimseye selam vermezdi. Onun kabuğu evinin dört duvarıydı. İçinde oturur, çayını karıştırır, sobasını yakardı ama dünyayla bağı çoktan kopmuştu. “Hasan Dayı yaşıyor mu?” diye sorarlardı. Hıdırnaz bilirdi; yaşıyordu, ama kabuğunun karanlığında.
Bir de Muallim Hikmet vardı. Köy okulunun eski öğretmeni. Emekliliğinden sonra kahveye gelmez olmuştu. “Bunlar bana ne bilsin,” derdi. Kütüphaneden aldığı kitapların arasına saklanmıştı. Onun kabuğu, sayfalara sinmiş mürekkep kokusuydu. İnsanlarla değil, satırlarla konuşuyordu. Ama o satırların arasında da bir yalnızlık vardı.
Hıdırnaz bütün bunları seyreder, kendini düşündükçe iç geçirirdi. “Benim kabuğum doğuştan. Ama bu insanlar kabuklarını kendileri yapıyor. Kimden saklanıyorlar, neden saklanıyorlar?” diye sorardı içinden.
Bir gün köye yabancı bir kamyon geldi. Kasasında tahtalar, çuvallar… En köşesinde küçücük bir kafeste tavşan vardı. Çocuklar etrafını sardı. “Aa tavşan getirmişler, oynayalım!” dediler. Tavşan ürkek gözlerle bakıyor, demirlerin ardına saklanıyordu. Hıdırnaz, yolun kenarından ağır ağır geçerken tavşanın gözlerine takıldı. O titrek bakış, ona tanıdıktı. “Senin kabuğun demirden, benimki taştan,” diye düşündü. “Ama ikimiz de aynıyız. İkimiz de dışarıdan saklanıyoruz.”
O sırada çocuklardan biri eğildi, Hıdırnaz’ın kabuğuna parmağıyla tıkır tıkır vurdu. “Bak bak, sanki kapı çalıyoruz!” diye güldü. Hıdırnaz yine içine çekildi. Oysa dışarı çıkmak, çocukların gözlerinin içine bakmak istiyordu. Ama biliyordu ki, her bakış biraz daha acı, her temas biraz daha tehdit demekti. Kabuk, işte o yüzden vardı, korunmak için.
Fakat kabuk aynı zamanda yalnızlıktı. Hıdırnaz bunu en çok geceleri anlardı. Köy sessizleştiğinde, ay ışığı kabuğuna vurduğunda kendi nefesini dinlerdi. O nefes kabuğun içinde yankılanırdı; tıpkı insanların içlerinde yankılanan düşünceleri gibi.
Bir akşamüstü köy meydanında tartışma çıktı. Köylüler su kuyusunun başında kavga ediyordu. Herkes kendi derdini anlatıyor, kimse kimseyi dinlemiyordu. Sesler yükseliyor, eller havada savruluyordu. O kalabalığın ortasından Hıdırnaz ağır ağır geçti. Kimse fark etmedi. Kimi tarlasının suyunu istiyordu, kimi diğerinin hakkını çaldığını söylüyordu. Ama hiçbiri karşısındakinin gözlerine bakmıyordu. Hıdırnaz düşündü: “Onlar da kabuklarına çekilmiş. Sözlerinin arkasına, öfkelerinin içine. Kimse gerçek yüzünü göstermiyor.”
Kalabalığın arasından küçük Zeynep sıyrıldı. Hıdırnaz’ın yanına geldi, eğildi. Küçük parmağıyla kabuğa dokundu. “Korkma Hıdırnaz,” dedi fısıldayarak. “Ben seni korurum.”
O anda kabuğun içinde çatlak gibi bir sıcaklık belirdi. İnsanların çoğu taş atarken, küçücük bir el güven vermişti. Demek ki kabuğun dışında da güven vardı. Bunu anlamak için yıllarca taşlara, ürkek bakışlara, yalnızlıklara katlanması gerekmişti.
Zaman aktı, köy değişti. Yollar asfalt oldu, evler beton. İnsanların kabukları daha da kalınlaştı. Çelik kapılar, yüksek duvarlar, kameralar… Hıdırnaz hâlâ aynıydı. Yavaş ama sabırlı adımlarla yoluna devam ediyor, sırtında taş gibi kabuğuyla ilerliyordu. Bazen onun önünden hızla geçen arabalar korna çalar, bazen insanlar “Çekil yolumuzdan!” diye bağırırdı. Ama Hıdırnaz bilirdi, onlar kendilerini hızlı sanıyorlardı, oysa en ağır yüklerini sırtlarında taşıyanlar hep yavaş yürürlerdi.
Bir gün köyün dışında, yol kenarında çocukların bıraktığı eski bir oyuncak ev buldu. Kırık dökük bir plastik evdi. Hıdırnaz yaklaştı, içine kafasını uzattı. Bir an durdu. “İşte,” dedi kendi kendine. “İnsanlar da kabuklarını böyle yapıyor. O evin içine girip kendini güvende sanıyor. Oysa ne yağmurdan korur, ne de yalnızlıktan.”
O günden sonra kabuğunu daha farklı taşımaya başladı. O artık yalnızca bir sığınak değil, bir hatırlatıcının sembolüydü. Onun kabuğuna bakan herkes, farkında olmasa da kendi kabuğunu görüyordu. Kimi suskunluğunu, kimi korkusunu, kimi yalanını.
Ve bir gün, köyün çocukları ona yeni bir ad verdi: Bilge Kaplumbağa Hıdırnaz.
Çünkü o, kabuğunun içine sığdırdığı sabrıyla, yalnızlığıyla, suskunluğuyla herkese bir ders bırakmıştı:
Kabuğun seni korur, ama kabuğun seni yalnız da bırakır. Önemli olan, o kabuğun içinden dünyaya bakmayı öğrenmektir.


