Melek Toksoy
Duvarlar, gökten geniş bir çemberden sallanmışlar, ortasındayım. Aralarından başak tarlaları uzanıyorlar. O duvarlarda hep babamın fotoğrafları, kimi silik kimi yırtılmış ama hepsinde o var. Elimde okul çantam ve kalemlerim, tam on iki renk. Öğretmenim vermişti. “Çizimlerin çok iyi, harita çizimlerin hele inanılmaz, bu yüzden okumalısın. Ya ressam ya da haritacı bile olabilirsin,” demişti. Sıkı sıkı tutuyordum kalemlerimi. Duvarların arasından sızan gri maviliklere baktım, bir dalga uzandı çekti beni dışarıya. Denize getirdi beni. Yere oturttu. Dalgalar coşkuyla kabarıyor bana yaklaşırken, sakinlerken ayaklarımı paçalarımı tatlı tatlı ıslatıyordu. Etrafıma bakındım. Karaya doğru bodur makilerin arkalarına dolandım. Dört tane kalın dal ayarladım. Epey dolandıktan sonra da tabla olarak, yamuk ama yeterli büyüklükte atılmış ahşap buldum, aldım, dört bacağı kuma sapladıktan sonra üstüne gururla oturttum. Dalgalar hala coşkuluydu. Bana kitaplar uzattılar, koydular masama. Gülümsedim. Çantamı açtım, kalemlerimle defterlerime yazdım çizdim yazdım çizdim. Arada yeni kitaplarımdan okuyordum. Zaman, doğanın içine yayılmış tembellik yapıyordu, bense hâlâ gülümsüyordum ama ciddi çalışıyordum. Yüzüm bir harita gibidir benim, bakan okuyabilir kaygılarımı da sevincimi de. Çok nadirdir aynı ifadede kalması…
Masama öyle bir vurup denize çekti ki dalgalar, kanım çekildi. Yuttular savrulan bacaklarıyla masamı, beraberinde kitaplarımı, kalemlerimi. Çarpıp çektiler hepsini derinliklerine. Gölgem de o derinliklere uzandı, başka bir gölge hem de çok kara bir gölge kırmızı sözcüklerle zıpladı üstümde. O sözcükler her tarafımdan aynı renkte fışkırdılar. Beni oracıkta bıraktı gitti. Dalgalar üstüme çarpıp çarpıp geri çekildiler. Sonra annem geldi, kucakladı götürdü eve. Sildi temizledi yatırdı beni. İçeriden bağırıyordu kara gölge.
“Ekinler toplanacak, hayvanlara küspe alınacak, sebzelere bakılacak, dam onarılacak, tavuklar koyunlar akşama toplanacak. Oh bizim küçük adam nerede kâğıt peşinde. Bundan sonra sana okul yok. Tam iş zamanı ya karılar gibi boncuk dizer, oya öğrenir, ya da defter yazar boyar. Ohh bedava ekmek koyalım önüne, geber be, karı gibi ne bu!”
“Karı gibi mi? Ben çalışmıyor muyum be adam!”
“Onu mu diyom lan, bocukla kalemle işi olana diyom!”
Bir gece yattım, sabaha kadar sayıklamışım. Ertesi sabah acılarımla işe koyuldum. Öğretmenim beni görmeyince üzülecekti ama ben daha üzgündüm. Şu babam bir beni sevememişti. Dokuz çocuğundan beşi erkekti, hep bana delici bakardı. “Niye be baba?” derdim, duymazdı. Anca bir şey tamir edileceğinde, onarılacağında, zorlandıklarında enseme bir şaplak atıp, “bak lan sen de şuna,” derler bana yaptırırlardı. Sonra da ardımdan gevrek gevrek bakarlardı. En fenası da gece yatağım ıslanırdı. O zaman üzerimde gölgeler daha da çoğalırdı. Abilerim babama yaslana yaslana ağızları yuvarlak bakarlardı. Okuyacaktım, kararlıydım, nasıl olacaktı bu, bilmiyordum. Bir zaman küçük tahta bavul bulmuştuk çöpte. Onu silip tamir etmiştim. İçine don, gömlek koydum. Zaten herkesin bunlardan en fazla ikişer tane anca vardı. Evden çıktım. Öğretmenime gittim. Başımı okşadı beni ikna etti geri döndüm eve. Of dedim keşke babam beni kovsa o zaman mecbur bir çıkış bulurdum, dedim ama titredim. Babam pek de nadan değil bilâkis gözlemci duyuları açık biriydi. Ne yaşadığımı biliyordu, bunu bildiğini hissetmek daha acı veriyordu bana.
Tahta bavulum elime yapışmış durdum bir süre. Düşündüm. Girişten hemen sola ilerleyince köşke çıkan yerde kapağı açılan bir basamak vardı. Oraya sürdüm bavulumu. Bu gizli bölme köşkün altındaki ardiyeye açılıyordu. Açık alana yani. Olur da kaçarsam pratiklik sağlayacaktı diye memnun, kapattım kapağı. Tam o sırada babam ve annem içeri girdiler, selamlaştık. Babam ocaklı odaya yürüyordu ki durdu, başını yana çevirdi:
“Okulun yok muydu senin?”
“Bugün cumartesi baba.”
Bir tıkırtı oldu, basamaktaki kapak şak diye geri düştü. Ödüm patlamıştı. Kıpırdamadan o tarafa temkinli baktım ki, tahta bavul sürüne sürüne kendini dışarıya çıkarıyor! Babam gürültüye tepkisiz kalacak bir adam değildi, derhal döndü, ayaklarımın dibine çoktan yerleşmiş bavula bakakaldı! Bahçedeki sulama havuzunda kurbağalar cilveleşiyordu. Koyunlar meliyordu, inekler sessizdi, tavuklardan biri kapı açık kaldığından içeri girmiş ve anında pisliğini babamın önüne bırakıvermişti.
“Bu ne!”
“Bavul… baba.”
“Onu ben de görüyorum” diye hiddetle bavula uzandı ama bavul zıpladı diğer yanıma yerleşti. Babam o tarafa uzandı bavul havalandı kafama oturdu! Tabanlarım zemine yapışmış kıpırdayamıyordum. Babam çevremde dönüyor, zıplıyor ben tepki veremiyordum.
“De get şerefsiz, sen de adam olacan da ben de görecen!” Mücadeleden vaz geçmiş, annemin hazırladığı yer sofrasına yürümüştü.
Gözlerimi iyice yukarı kaldırdım, bavulum anlamış olmalı ki indi aşağıya, gizli bölmeye döndü, süründü, ardından kapattı kapağı. Bense bir yabancı gibi olduğum yerde duruyordum. Nerde kaldığımı, bir adım sonra ne yapacağımı kestiremiyordum. Babamın ağız şapırtıları, annemin ayran höpürtüleri iyice uzaklaştı benden. İstemeye istemeye önce tavuğun pisliğini temizledim. Abilerimden biri seslendi, yemeğe gelecekti, koyunlara gitme sırası bendeydi. Ufak boncuk kutumun fısıltısını duydum, sessizce sakladığım yerden alıp karnıma sakladım. Onlara gidiyorum diyecektim ki babamla göz göze geldik. O gözlerden çıkan kara boncukları da cebime koydum, doğanın şarkılarına koştum.
Bir akşam yer sofrasında yemeklerimizi yemiştik. Yemekten sonra çay yapıldı. Ödevlerime oturdum. Bitirdim. Arada çay servisini takip ettim, babam daha son yudumunu alırken zıplayıp yenisini doldurdum. Buna devam ettim. Defterlerimden birini bırakıp kitaplarla her şeyimi çantama koydum. Kendime de çay koydum. Gaz lambasından duvara gölgelenmiş ailemi çizmeye başladım sarı yapraklardan birine; annemin eğilen başını, babamın bardağı çenesi üstüne dayayışını resmettim. Kuru kalemimi yatırarak içlerini dolduruyordum ki çay bardağım iki kalın parmak fiskesiyle resmimin üzerine devriliverdi! Uzun süre yatan bardağa ve ağzında posasıyla son damlaları kalmış tavşan kanı rengine bakakaldım. Başımı eğdim. Odada kahkahalar duvarlara yankı yapıyordu. Babam odadan çıktı. Bardağı kaldırdım. Ben de dışarıya çıktım. Depomuzdan düz bir tahta veya bir zemin aradım, buldum, odaya döndüm. Resmin üzerindeki posalara dokunmadan dikkatlice altına sürdüm, en ıslak yeri kesilmişti kâğıdın ama olsun kaldırabilmiştim ya, yeterdi bana. Bahçemizde kimsenin kolayca bulamayacağı güvenli bir yere koydum. Günler sonra, iyice kuruduğuna emin olduğumda da resmin üzerine yatık bir çay bardağı ekledim. Öğretmenime göstermek için sabırsızlandım. Götürdüm de. Öğretmenim bu kompozisyona şaşırmış gibiydi, saçımı okşadı. Hediye etmek istedim. Gözlerime baktı ve:
“Bu resmini koru Ertemi. Daima yanında olsun.”
Kapının çalmasıyla irkildim. Önümde çizimler, grafikler, koltuğuma iyice yaslanmış duvardaki o resme dalmıştım, toparlandım.
“Ertemi abi, saat 15.00’de arazi keşif randevunuz vardı. Onu hatırlatacaktım.”
“Tamam evlât, birazdan çıkarız.”

Melek Toksoy, Antalya doğumlu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudu. Turizm ve otelcilik alanından emekli oldu. Yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldı; insanlar, hayvanlar, doğa her daim ilgisini çektiğinden, sandığından günlük ve karamalarını çıkartarak yazın hayatına başladı. Beş kolektif kitapta öyküleri yer aldı, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.


