H. Nilgün Karataş
Bir ses duyuyorum. Cik, cik, cik, cik; yükselip alçalıyor.
İlk cümlesi buydu okuduğum. Siz onu bir leğen sudaki çiçeklerin yapraklarını bir öne bir arkaya sallarken düşünün. Diğer çocuklar okulun bahçesinde koştururken, o suların içinde bir dünya yaratıyor.
Tüm gemileri beyaz.
Ne gül hatmilerinde ne de sardunyalarında kırmızı taç yapraklar istiyor. Onun istediği; beyaz taç yaprakların leğenin içinde dalgalanması. Artık kıyıdan kıyıya yüzen bir donanması var. Boğulan bir denizciye sal olsun diye bir dal atacak. Bir taş atıp denizin derinliklerinden çıkan baloncukları görecek.
Kısacık bir özgürlük anı.
Tüm düşen taç yapraklarını topluyor ve yüzdürüyor. Bazılarının içine yağmur damlaları serpiştiriyor. Buraya bir de deniz feneri ve kraliyet halısı çiçeği başı konduruyor. Ve kahverengi leğeni yanlara doğru sallayıp gemilerinin dalgaların üzerinde ilerlemesini sağlıyor. Bazıları batacak. Kimi hızla kayalıklara vuracak. Biri yalnız başına ilerliyor. O onun gemisi. Deniz ayılarının kükrediği ve sarkıtların yeşil zincirler sallandırdığı buzlu mağaralara doğru gidiyor. Dalgalar yükseliyor; tepeleri kıvrılıyor; direklerin ucundaki ışıklara bak. Tüm gemiler yayıldı, battı; onun gemisi, dalgayı tırmanıp fırtınanın önünde ilerledi ve adalara ulaştı; papağanların ötüştüğü, sürüngenlerin…
O küçük, sığ suyun içinde gördüğü şey, dünyaya açılan bir pencere değil; dış dünyanın gürültüsünden kaçabileceği gizli bir sığınak. Daha o yaşta bile, gerçeklerin sertliğinden kaçmak istiyor, zihninin kurduğu yumuşak akıntılara meylediyor.
Zihni onun gerçek evi ama aynı zamanda görünmez bir hapishane. İnsanların arasına karıştığında, sanki cam bir perdenin arkasından hayatı izliyormuş gibi hissediyor; bir bakış, bir soru veya masum bir çağrı bile kalbinin kıyısında keskin bir acı bırakıyor. Onun bir yüzü yok, başkalarının var…
Korktuğu şey, insanların kendisi değil; onların arasında eriyip, zaten zor kurduğu benliğini tamamen kaybetme fikri. Böyle anlarda sanki zihninin içindeki başka bir ben konuşuyor: “Yalnızlığım bozulursa ben, ben olur muyum?”
Bir başka gün yatağına uzanıyor, batmamak için. Her şey yumuşak ve eğiliyor. Duvarlar ve dolaplar beyazlıyor; soluk bir camın parladığı tepesindeki sarı karelerini eğmişler. Zihni artık onun dışında, dökülebilir. Armadalarının yüksek dalgaların üzerinde salındığını düşleyebiliyor. Zorlu münasebetlerden ve çatışmalardan uzaklaştı. Beyaz kayalıkların altında tek başına açılıyor Ah, ama batıyor, düşüyor.
Çocukken başlayan bu iç dalgalanması, büyüdükçe daha görünür hâle geliyor. Arkadaşları güneş altında koşarken, cıvıldarken o çoğu zaman bir pencerenin önünde, dışarıdaki gölgelerin yer değiştirişini seyrediyor. Bir yaprağın titremesi, duvarda uzayan gölge, bulutların ağır ağır kayışı… Hepsi onda yabancı bir tedirginlik uyandırıyor. Parmaklarının ucunda tuttuğu dünya; her zaman kaygan ve kırılgan.
Dünyanın kurallarını öğrenmeye çalıştı elbet. Yanlış yapmamak için diğer kızların giyimine, duruşuna, ses tonuna dikkat ediyordu. Birinin ışıltısını diğerinin doğallığını taklit etmeye çabaladı, ne kadar uğraşsa da kendi kimliği, leğendeki hayal gemileri gibi bir dokunuşla dağılan yansımalar olmaktan öteye gidemedi.
Hayatta kalmanın yolunu taklit etmek sanmıştı, yanılmıştı. Ne kadar denese de bu taklit, hiçbir zaman gerçek bir aidiyete dönüşmedi.
Koca bir metnin içindeki yarım kalmış cümle gibiydi. Ne başladığı yere ait hissediyordu kendini ne de sözün gideceği yeri biliyordu.
Yine de sevdi onları, bağ kurmayı denedi. Biri sevdi onu, karşılık vermek istedi. Ona karşı hissettiği çekim hem çok derindi hem de ürkütücü; yaklaşmak isterdi ama bunu yaparsa kendinden bir parça daha kaybedeceğinden korkuyordu. Birine yanaşmak demek, kendi içsel karanlığını görünür kılmak demekti…
Görünmek istemiyordu ki o.
Bu yüzden ona uzanan elleri tutamadı, yalnızlığın dehlizlerinde dolaşmayı yeğledi. Zaman ilerledikçe hayat, onun üzerinde dalga dalga kapandı; o ise bu dalgaların arasında, kendine ait olmayan bir odada duruyormuş gibi daha da yalnızlaştı.
Nadiren iki şey ona soluk aldırırdı: Müzik ve ölüm düşüncesi. Bir akşam opera salonuna girdiğinde, salonun karanlığı ve sahnedeki seslerin yükselişi onun içine bir bütünlük duygusu serpmişti. Sanki ilk kez bir dalgaya karışıyormuş gibi. Ama müzik bittiğinde… boşluk… bir tür sessiz çöküşe dönüş…
Hangi besteydi acaba? Hâlâ merak eder dururum…
Neden müziğe adamadı da kendini, içindeki senfoni daha mı ağır bastı acaba? Başka bir sesin duyulmasına izin vermeyen besteler mi çalıyordu zihninde?
Dünyanın ona biçtiği rolleri taşımaktan, başkalarının ritmine ayak uydurmaktan, görünmez kalabalıkların arasında yürümekten yoruldu bir yerlerde: Bir sabah, arkasında hiçbir açıklama bırakmadan, iç sesine doğru son bir adım attı. Kayboldu. Dalgaların içine karışarak ortadan kayboldu.
Yoksa beyaz gemiler onu alıp, kendi kurduğu o öte dünyaları mı götürdü?
Kimse onun intihar ettiğini söylemedi, Virginia da yazmadı bunu. Ama ben biliyorum, Rhoda’yı tanıyan herkes biliyor ne yaptığını. Tanıyoruz onları: Suya yürüyen kadınlar.
Bu anlatının adsız kadını, Virginia Woolf’un Dalgalar (Dalgalar (The Waves)[1] romanında ortaya çıktığında, onu yazarın gölgesi olduğunu anlamıştım. Benzer sonları mıydı bana bunu hissettiren, her şeye rağmen kendini koca dünyaya sığdıramayışları mıydı yoksa?
Zihni onun gerçek eviydi, aynı zamanda görünmez bir hapishane. İnsanların arasına karıştığında sanki görünmez bir camın arkasından, yaşamı seyrediyormuş gibiydi. Birisinin ona bakması bile ürpertirdi onu; eleştiriden, yanlış yapmaktan, sorulardan, bakışlardan korkar mıydı? Korkunun kendisi değil, korktuğu şeye dönüşme ihtimali olmalı onu asıl tüketen.
Ama kimsenin görmediğini de görürdü: Bir yaprağın titremesi, göğün ton değiştirmesi ya da bir gölgenin uzayıp kısalması…
Bir karakterin trajedisini anlatmak için yazılmadı bu yazı, Woolf gibi narin bedenlerinde taşıyamayacakları kadar kırılganlık, sessizlik, duyarlılık taşıyan kadınlara bir selam çakmaktır niyetim.
Dalgaların’ın altı anlatıcısının -Bernard, Neville, Louis, Jinny, Susan ve Rhoda- en içe dönük, en kırılgan ve en dünya dışı karakteriydi o. En utangacı diyemeyiz yine de… Sadece insan kalabalıkları, konuşmalar, ritüeller onun için anlaşılmaz bir oyun gibiydi. Tek sığınağı hayal gücüydü. Sınırsız hayal gücü. Ya bizim hayal gücü dediğimiz şey başka bir dünyanın izdüşümüyse…
Bu dünyaya ait olmayı denedi demiştim değil mi? Hem sevilmeyi istedi hem de hiç görünmemeyi.
Varoluşun hafifliği.
Benliğin sürekli çözülüp dağılması.
Yokluğun huzuru.
Yaşamın geçiciliği.
Ona göre hiçbir şey kalıcı değildi; her an bir sonrakinin için de eriyip gidiyordu.
Onun kayboluşunu ne bir teslim oluş ne de doğaya dönüş gibi okumamalıyız; o bu dünyaya ait olmayan bir bilinçti.
Rhoda bu dünyaya yerleşemeyen, biçim bulamayan bir bilinç hali. Dilin, benliğin, gerçekliğin dışında, kendi içsel okyanusunda yaşayan biri. Belki de o Woolf’un kadınlık, duyarlılık ve varoluş üzerine yaptığı deneyin en radikaliydi.
Ebedi yabancılar tanır birbirini; edebi bir yalnızlık şifre gibidir onlar için.
Ne zeka oyunları, ne lafbaz cümleler, ne hırslar ne de başarılar anlam taşımaz. Sizin gerçek dünyanız karmakarışık olabilir, onların zihinleri yoğundur; sizin gerçeklerinizle uğraşamayacak kadar. Rhoda da korktuğu için değil, dış dünyayı anlamlandıramadığı için geri çekiliyordu. Ebedi yabancılar aslında eleştirilerden yorumlardan korkmazlar, sadece anlamlandıramazlar. Rhoda’nın insanlardan kaçışı da yalnızca utangaçlıktan değil, dış dünyanın anlamsızlığından kaynaklanıyordu.
İç dünyaya çekilmekten söz edilince, akla hep bir dinginlik alanı gelir; oysa biçimsiz, sınırsız, kontrol edilemeyen, akışkan bilincin yuvasıdır orası. Tam da bu nedenle olmalı Woolf’un bilinç akışı tekniği Rhoda’da en uç biçimine ulaşır. Düşünceler nesnel bir kronoloji izlemez, metaforlar mantığın önüne geçer, duyumsanan her şey başka bir şeye dönüşür.
Bu yüzden Rhoda’nın en karakteristik hareketi, arkadaşları arasında bile pencereden dışarı bakmasıdır. Pencere hem bir sınır hem bir korunaklı yer gibidir. Dış dünyanın tehditkâr karmaşasını camın ardından izleyebilir ama ona dokunmaz. Rhoda, bakar ama dış dünyaya katılmaz.
Bernard’ın final monoloğunda söylediği sözler Rhoda’nın kendini bir uçurumdan aşağı bıraktığını düşündürür bize… Dibinde deniz… Rhoda’nın bize söz ettiği su birikintisinin büyümüş hâli değil de nedir?
Her insan bir iz bırakır giderken, zamanla silinse de geride kalır bir şeyler. Moments of Being.2 Rhoda’dan kalan izler; yokluğun türlü biçimleri. Onun bıraktığı iz; çocukluk hayallerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine bizi inandırmasıdır.
Artık biliyoruz ki mümkündür; bir leğen sudan geçerek okyanusa yürümek…
1 Virginia Woolf, The Waves romanını 1929–1931 yılları arasında kaleme almış ve eser 1931’de yayımlanmıştır.
2 Moments of Being (Varoluş Anları);Virginia Woolf’un kendi el yazısıyla kaleme aldığı otobiyografik metinlerde kullandığı kavram. Gündelik yaşamın akışı içinde birdenbire ortaya çıkan yoğun farkındalık ve “gerçeklik” anlarını ifade eder. Moments of Being adlı kitap da, ölümünden sonra yayımlanan bu metinlerin bir araya getirildiği koleksiyondur.

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.


