Kadir Horzum
Ah nasıl anlatayım bilmiyorum. Gecemi de gündüzümü de yitiriyorum son zamanlarda. Nereye gittiğimi de bilmiyorum. Kendimi eski ahşap bir merdivenmişim gibi hissediyorum. Hem görüntümden hem çıkardığım seslerden yorgunluk, bıkkınlık yansıyor. En çok istediğim şey ise sessizlik ve uzun uzun düşünmek. İnanın yağmur sesine, kuş sesine bile tahammülüm yok. Sanki ses demek, koşturmak demekmiş gibi geliyor bana. Hülasa akıp gitmek istemiyorum artık. Sadece oturmak ve kendi içimdeki renklerle yeni bir tablo çizmek istiyorum. Artık kaplumbağa terbiyecisi mi çıkar, Mona Lisa mı çıkar, yoksa çığlık atan adam mı bilmiyorum. Şimdi bunları dedim diye hemen bana bir hastalık da yakıştırmayın. Evlerden ırak. Ben bir şey yaratmak istiyorum sadece. Kendi ellerimle can verdiğim. Görenin bir halt anlamasa da benim, yaptıktan sonra anne misali gururlandığım bir şey.
Eskilerden bir üstat, “psikanaliz çıktığından beri herkes biraz hastadır,” demiş. Güzel de demiş. Onun kadar anlaşılır olmasa da ben buna bir ekleme yapmak istiyorum. İhtiyaçlar değil de istekler arttığından beri, kimse sıradan değil. Ben de değildim efendim. Öfkelerim, kızgınlıklarım, hırslarım vardı. Daha birkaç gün öncesine kadar istediğim hayatı yaşayamadığımı; asla yaşayamayacağımı hatta sevilemeyeceğimi sanıyordum. Bugünse hepsine şaşıyor; o adamı pek karaktersiz buluyorum.
Peki n’oldu da bu hale geldim? İşte orası baya ilginç. Dinlemek isterseniz de anlatırım.
Bizim iş yerinde bir abimiz var. Hani küçük insanların önemli dertleri olur ya efendim. Bu abimiz de öyle biriydi. Sürekli dedikodu yapar; ortalığı karıştırırdı. Ben de bu abiye baya gıcık olur; kaç yaşında adam, ayıp yahu derdim de selam bile vermezdim. Yanındakilere de şaşar kalırdım. Huyunu suyunu bildikleri adama niye bu kadar yakın olurlar, diye. Kaderin cilvesi mi diyelim artık, onun başarısı mı bilmiyorum. Gün oldu bu adama muhtaç kaldım. Daha doğrusu, onun onayına muhtaç kaldım.
İşyerinde önüme bir fırsat çıkmıştı. Fırsat dediysem, öyle ciddi paralar kazanmaktan ya da makam sahibi olmaktan bahsetmiyorum. Karman çorman işlerin yapıldığı, yorucu bir mevkiden daha sakin ve kimsenin istemediği bir mevkiegeçmekten bahsediyorum. Hani hiç yoktan iyidir, diyebileceğim, teselli ikramiyesi gibi bir mevkiiydi. Herkes de bu işe en çok benim yakıştığımı düşünüyordu. Tabii bu abimiz hariç. Neyine gerekse, duyar duymaz, orda burda, benim hakkımda dedikodu yapmaya başlamış. Demiş ki “Onun da ne olduğu belli değil. Ben olsam bu kadar güvenmem. Hiç o işin adamı değil. Başka adam mı kalmadı,” Daha neler neler. Müdür de bundan etkilense gerek; benim iş sarpa sardı. Uzadı da uzadı. Ben de sızan ışığın kaynağına kavuşma isteğiyle, pencereyi biraz aralamak istedim. Aralayınca da gördüklerim gözlerimi kör etti. Tam bizim yamuk herife dalacaktım ki eskilerden başka bir abimiz, Sanço Panza misali kulağıma bir şeyler fısıldadı. “Evlat, bu iş böyle olmaz. El öpmekle dudak aşınmaz. Sen beni dinle. Git, biraz sohbet et,” dedi. Ah keşke bu abinin lafını dinlemeseydim de Don Kişot misali dalsaydım o yamuk herife. İnsan onuru bitkilere benzermiş gerçekten de. Bir kez sökülürmüş. Ve de haksızın eli öpülmezmiş. Öpülürse de o iş elle kalmazmış.
Laf aramızda, aforizma yaptığıma bakmayın şimdi. İş işten geçtikten sonra bir anlamı olmuyor. Kirli çamaşırları tele sermeye benziyor. Ya tutarsa demekmiş benimkisi. Daha o yamuk herifin odasına girdiğim anda anlamıştım bunu. Anlamıştım da işte bir kere o mayayı çalmıştım zihnime.
O tüm babacanlığıyla “Vay benim anam babam, hoş geldin! Hep demişimdir, sen bir başkasın benim için. Sen buralara uğramazdın; buyur emret. Bir işin mi var?” diye dalga geçtikçe ben, “Şu köprüyü bir geç hele, sonra yine ayıya ayı dersin,” diye diye oyalamışım kendimi. Geçemeyince de Deli Dumrul gibi sağa sola saldırmışım. Aklımla kaybettiğimi, kollarımla kazanacağım sanmışım.
Neyse efendim, kendi kurduğum, kimsenin geçemediği bu köprüde aylarca oyalandım. O yamuk herif de mavi boncuklar dağıttı. Evcil kedi misali sırtımı sıvazladı. Bense yüzünü tırmalamak için zaman kolladım durdum. Nerden bileyim, adam gerçekten de kurtmuş. Hem de çok büyük. Bunu anladığımda çoktan midesine inmiştim. Çıkmak içinse onun ıkınmasına muhtaçtım. En büyük tesellim de budur zaten. Sindirtmedim kendimi. Kusturdum da aldım başımı gittim. Zaten burdan sonra da kirlenmiş benliğimi temizlemek adınaçilehaneme çekildim.
Aylarca kavga ettim kendimle. Hâlâ daha affetmedim. Sınandım ve kaldım. Bu kadar basit. Zayıfım; isteklerime esirim. Öyleyse isteklerimi değiştiririmdedim de sanat sepet işlerine yöneldim. Galiba kendimi, kendi ellerimle yeniden yaratmanın tek yolu buymuş gibi geldi.
Başarabilir miyim, iyi bir insan olur muyum bilmiyorum. Başarabilirsem eğer ne mutlu. Olur da başaramazsam da en azından biliyorum, Altıncı Koğuş’dayım. Birçok şey benim elimde değil.

Kadir Horzum
Uşak doğumluyum. İlk ve ortaöğretimimi Uşak’ta tamamladıktan sonra yükseköğretimi sırasıyla; Balıkesir Astsubay MYO, Anadolu Üniversitesi AÖF İşletme ve Sosyoloji bölümlerinde tamamladım. Şu an Aile Danışmanlığı ve Yaşam Koçluğu yapmaktayım. 2020 yılında başladığım yazarlık serüvenimde “Kafamdaki Kalabalık” ve “Kalabalıktan Kalanlar” isimli iki adet kitabım Banliyö Yayınevi tarafından yayımlandı. Halen yazmaya devam ediyorum