Funda Torunlar
Artık benimle görüşmek istemediğini söyledi.
Onu hastaneden eve getirdiklerinde yatırdıkları yatağın içinde, o kocaman kahverengi gözlerini açarak bana bakmıştı. İlk tanışmamız böyleydi. Çok mutluydum, çünkü hemcinsim bir kardeşim vardı artık. Onunla ağzım kulaklarımda konuştum. Söylediklerim aklımda değil, muhtemelen pek de anlamlı şeyler değildi ancak ona bakarken mutluluktan kalbimin heyecanla çarptığını ve onu daha şimdiden ne kadar çok sevdiğimi düşündüğümü hatırlıyorum. Gözlerden gözlere kurulan ilk temas ve içimde kök salan sevgisi bir mucize gibiydi. Aramızda sekiz yaş vardı. O bebek, ben çocuktum.
Bir an önce büyümesini diledim, sekiz yaşındaki aklımla. Tabii ki aradaki sekiz yıllık farkın aslında hiçbir zaman kapanmayacağını hesap edemedim. Yaşım gereği benim dünyamda zaman, birlikte geçirilen anlarla ölçülüyordu. Tek istediğim elinden tutup onu parklarda gezdirmek, beraber oyun oynamak ve birlikte keyifli anlar yaşamaktı. Etraftaki -sözüm ona- büyüklerin, iki erkek kardeşten sonra gelen bu kız kardeş yüzünden pabucumun dama atılacağı şeklindeki söylemleri beni çok üzüyordu. Üzüldüğüm şey tam olarak insanların nasıl bu kadar kötü olabildiğiydi. Ben zerre kadar negatif bir duygu hissetmezken ve onunla yaşayacağım güzel günlerin hayalini kurarken, nasıl oluyordu da bu insanlar benim kardeşimi kıskanabileceğimi, böyle bir bencillikle ondan sevgi ve ilgimi esirgeyeceğimi düşünebilirlerdi? Bu duygularla kendi kendime baş etmeye çalıştığımı hatırlıyorum.
Aradan yıllar geçti o sekiz yaşında, ben ise on altı oldum. O çocuk, ben genç kızdım artık. Kendim gibi ergenusmus arkadaşlarımla o odalara kapanıp rock müzikler dinlediğimiz, ilk aşk hikayelerimizi büyük bir sır olarak birbirimize anlattığımız ve sekiz yaşındakileri odalarımıza almadığımız, dışladığımız zamanlar… O kocaman kahverengi gözlerin buğulandığı ve küçük kalbin kırıldığı ancak benim tüm bunların asla farkında olamadığım zamanlar. İster istemez uzaklık büyüyordu sanki aradaki yaş farkı daha da artmıştı. Nasıl olmasın? Ben düğmesine basılmış bir robot gibi ergenliğin tüm iniş çıkışlarıyla mücadele ederken, o hala oyuncaklarıyla oynayabiliyordu. Şunu da unutmadan geçmeyeyim; o da ben de bir ailedeki beklentileri karşılamanın ilk çocuğun görevi olduğunu bilmiyorduk. Bizim mahallede öyleydi bu işler. İnsan bilmediğinin cahilidir. Herkes her şeyi ilk kez yaşıyordu. Kimse hiçbir şeyi öğrenerek gelmemişti ki. Fakat yine de, aynı anne baba ile büyüyor, aynı masada yemek yiyor ve evin içinde yaşanan her şeye birlikte şahit oluyorduk. Birbirimizin gözünden ırak olmadığımız için gönlümüzdeki yerler de henüz kapılmamıştı, hâlâ orada duruyordu. Ya da biz öyle zannediyorduk!
Artık o on altıydı, ben ise yirmi dört… Üniversiteyi bitirmek üzereydim. Kendimce belirlediğim geleceğimin yolları yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Mesleğim, nasıl bir hayatın içinde olacağım daha belirgin bir hâl alıyordu. Çok şükür ki arkamdakilere iyi örnek olabilme görevimi başarıyla ifa etmiştim bu anlamda. O da artık bir ergendi. Hangi yollardan geçtiğini ya da geçeceğini biliyordum ama o bilmiyordu. Şarkıda söylendiği gibi…
“Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun.”
Gerçi henüz yaşlı değildim ancak ondan önce yaşlanacaktım, orası kesin. Onun da artık kendi arkadaşları ve sırları vardı, benim bilmediğim. Ben ciddi işlere bulaşmak üzereydim, o ise gençlik başında duman bir ateşböceği. Aynı kökten büyüyen ancak farklı yerlere uzanan dallar gibiydik. Zaman hızla akıyordu ve her şey değişiyordu. Hiçbir şeyin klasik olmaya yetecek canı yoktu. Yeni gelenlerin doğru dürüst hiçbir şey eklemediği gelenekler bile çoktan yozlaşmaya başlamıştı. Fakat yine de pek çok şey aynıydı. Evlendim. Başka şehre gittim.
Ben otuz iki, o yirmi dört yaşındaydı artık. Benim çocuklarım olmuştu, onun da yeğenleri. Hayat mücadelesi, iş güç, ev, o, bu, şu derken; kardeşim sadece arada sırada telefon görüşmeleri uzaklığındaki yerine sabitlendi. Herkesin kendi hayat hikayesi, daha doğrusu göçü başlamıştı. Bu göçten kaynaklanan gelişmeler oldu ve iş vesilesi ile kendisi bir yıldan fazla yanımda kaldı. Çok mutlu olmuştum. O yıllarda ben tüm sorumlulukların bir ip gibi boynuma dolanmasından nefes alamadığım bir hayatın içindeyken, o okulu bitirmiş yeni bir hayata başlayan yetişkin ve hayalleri olan bir kadın olarak neşe ve mutluluk içinde var oluyordu. Birbirimizden bihaber bir arada yaşıyorduk. Yine aynı şey olmuştu. Yine birbirimizi teğet geçmiştik. Bu dönem beklentimin aksine, tartışmalar, hayal kırıklıkları ve kırgınlıkla geçti. “Sanmak” kelimesinin ne büyük bir kaltak olduğunu, kuytuda bekleyen kötülüğe nasıl yataklık yaptığını ilk defa fark ettiğim zamanlardı. Hayat, kalbimizde sakladıklarımızdan başlayarak, köklerin bir illüzyon olduğunu yavaş yavaş gösteriyordu. Yine de Big Bang’den kalma kırmızı çizgilerimiz vardı. Sevdiklerimiz öyle de böyle de toprağımıza kök salmıştı bir kere. İnatla görmezden geldik ama hayatın acelesi yoktu.
O otuz iki, ben kırk olmuştum. Artık o başka ülkeye göç etmişti, yine bir telefon kadar uzağa… Araya gurbet de girmişti artık. Gerçi teknoloji çağında yaşamak gurbet kavramını biraz evirmişti ya neyse. Ben de bir süre sonra başka bir şehre göç ettim, yepyeni umutlarla, oysaki yerimde saydığımdan haberim yoktu. Yıllar yılları kovaladı, kavimler göçünden büyük göçler yaşandı ama olsun, kökler yerinde duruyordu nasıl olsa. Yine bir sanma sorunsalı!
Belki de aile, dağılırken bile içimizde kalmaya devam eden bir köktür. Aradaki kırgınlıklar, ağacın gövdesini içten içe çürütür. Göç, kökleri yok etmez; ama toprağı yaralar. Ve insan, hayatının neresine giderse gitsin, bir yanıyla hep o yaralı kökün gölgesinde yaşar.
Bugün hala aramızda sekiz yaş var, sekiz yüz yıl uzunluğunda. Benimle görüşmek istemediğini söylediğinde o kahverengi kocaman gözler geriye dönüşü olmayan bir yola çevrilirken ardında kalan ben şimdi nereden başlayacağımı bilmediğim başka bir göç yoluna doğru ilerliyorum…
Yolum açık olsun…

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.

