Belgin Ulutay
Yazmaya başladığım ilk günlerde, kalemin ucu bana daima bir yarayı hatırlatırdı. Her kelime, görünür kılınan bir çatlak, saklı bir sızı demekti. Kendi içini açık etmek, kelimelerle çıplak kalmak ürkütücüydü. Fakat yazmak, yarayı kanatmanın değil, kanayan yerin sesini duyabilmenin de bir yoluydu. O günden bu yana öğrendiğim en büyük şey; her cümle aslında bir başlangıç, aynı zamanda bir bitiş.
Geçtiğimiz ay, varoluş ve yıkım üzerine yazarken kendimi “sıfır noktası” kavramıyla yüzleştirmiştim. Şimdi ise hayat, bana yeni bir sınav sundu. Bu kez düşünsel bir tema değil, bizzat yaşamın kendisi getirdi beni buraya. Bir bitişin ortasında, yeniden sıfır noktasındayım. Ölümün soğuk nefesiyle karşı karşıya kaldığımda, anladım ki hiçbir felsefi hazırlık, hiçbir yazı, insanı bu kadar çıplak bırakmıyor.
Çoğu zaman üzerine konuşmakta zorlandığımız, kelimelerin yetmediği bir mesele bu. Çünkü o yalnızca gidenin yokluğu değil; geride kalanların zihninde, kalbinde, hatıralarında açılan bir boşluk. Vefat haberini aldığımda içimde her şey olması gerektiği gibiydi. Köye vardığımda ise çocukluğumun geçtiği evin duvarlarında yıllar öncesinin kahkahaları, soba başındaki sohbetler, yaz akşamlarının hafifliği yankılanıyordu.
Ve avluda, hâlâ asılı duran bir hırka… Üzerine alınıp çıkılması ümidiyle bırakılmış gibi. Bir yandan yokluğun kanıtıydı, öte yandan zamanın kırılmadığının işareti. Sanki birazdan biri merdivenlerden inip onu giyecekmiş gibi. İşte o an, kaybın bana ilk kez böylesine çıplak dokunduğunu hissettim.
Kayıp dediğimiz şey, sadece bedenin yokluğu değil. Ona eşlik eden en küçük ayrıntıların, alışkanlıkların, ritüellerin yavaş yavaş silinmeye başlaması. Yas, bu silinişe karşı verilen sessiz bir mücadele. Aslında kaybı değil, kaybolan hatıraları elimizde tutmaya çalışıyoruz.
Mezar başında toprağa bakarken insan bir sona mı şahit olur, yoksa yeni bir kapının aralanışına mı? Ölüm, bitiş midir, başlangıç mı?
Dinler, inançlar, felsefeler farklı cevaplar sunar. Kimine göre sonsuzluğa açılan bir yolculuk, kimine göre yeniden doğuş, kimine göreyse mutlak hiçlik. İnançlarımız değişse de şu gerçeği göz ardı edemeyiz: kayıp geride kalan için çok somut, çok yakıcı. Biz, gidenin ardından yalnızca onun yokluğuyla değil, kendi eksilmemizle de yüzleşiriz.
Bayramlarda üzerinde oturduğumuz kayalıklar, yazın toprak yollarında koşuşturmalar, ahırların keskin kokusu, caminin gölgesinde geçen çocukluk oyunları… O imgeler birden zihnime doluştu. O an, hem anıların sıcaklığı hem ölümün soğukluğu aynı anda üzerime çöktü. İnsan bu eşikte durduğunda, başlangıç ve bitişin birbirinden ayrı olmadığını fark ediyor.
Yas aslında bir müzakere. Gidenle kalanın arasında kurulan sessiz bir pazarlık. Ağlarken yalnızca onun yokluğuna değil, bizden kopan parçaya da ağlarız. Çünkü her kayıp, bizden bir şeyi de beraberinde götürür. Çocukluğumun en saf anıları, köydeki huzur dolu yaz akşamları, büyüklerimin yanında duyduğum güven duygusu… Hepsi o kayıpla birlikte gömülmüş gibiydi. Anılar aslında kaybolmuyor. Onları yaşatan biziz. Yaşamın sona ermesi, anıları silmez; sadece biçimlerini değiştirir. Onlar artık günlük hayatın içinde değil ama bizim varoluşumuzun parçası olarak sürüyor.
İşte bu yüzden yas, bir hatırlama eylemi. Her gözyaşı, bir hatırayı yeniden çağırır. Sıfır noktası üzerine düşünürken onu yeniden başlama yeri olarak tanımlamıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum: ölüm de bizi sıfır noktasına sürüklüyor. Çünkü birinin gidişiyle birlikte rollerimiz, ilişkilerimiz, hatta zaman algımız değişiyor. Düzen altüst oluyor, her şey yeniden tanımlanmak zorunda kalıyor. Ölüm, bitiş olduğu kadar başlangıç da oluyor. Bizi yeniden düşünmeye, yeniden kurmaya zorluyor.
Ama gerçekten kayıplar bizi güçlendiriyor mu, yoksa sadece yaralı halimizle yaşamayı mı öğreniyoruz? Belki de güç, yarayı gizlemekte değil, onunla yaşamayı öğrenmekte. Yas, bir direniş değil; kabullenişin ağır, yavaş ilerleyen süreci. İnsan, yasın içinden geçerken daha kırılgan hale geliyor. Ama belki de asıl güç, kırılganlığı kabul edebilmekte. Çünkü bu gerçekle yüzleşen insan, hayatın değerini yeniden öğreniyor.
Çocukken başlangıç ve bitiş çok uzak kavramlardı. Oyunlar sonsuz sürüyor gibi gelirdi. Yaz tatilleri bitmezdi. Aile büyüklerinin varlığı değişmez bir gerçeklikti. Bu tür yüzleşmelerinin en büyük derslerinden biri de; insan hiçbir zaman tamamen hazır değildir. Ne gidişe ne kalışa. Hep bir yarım kalmışlık duygusu taşırız içimizde. Belki de bu eksiklik bizi insan kılan şeydir. Eğer her şey tamam olsaydı, hatırlamaya, yazmaya, yaşamaya bu kadar tutunur muyduk?
Sevdiklerimizi toprağa verdiğimizde aslında çocukluğumuzun bir parçasını da uğurluyoruz. Aynı zamanda yeni bir başlangıcın eşiğine geliyoruz. Çünkü, hayat özünü çıplak bir şekilde önümüze koyuyor. Bize sürekli fısıldıyor: “Zaman sınırlı. Sen kimsin, ne istiyorsun, nasıl yaşamak istiyorsun?” Bununla yüzleşmek aynı zamanda yaşamı yeniden seçmek. Boşlukla birlikte yeni bir sorumluluk doğuyor: anıların taşıyıcısı olmak.
Şimdi bu satırları yazarken o hırka hâlâ gözümün önünde. Ölümün soğukluğu ile anıların sıcaklığı birbirini dengeliyor. Biri olmadan diğeri eksik kalıyor. Hayat, işte bu çelişkili bütünlüğün içinde akıyor. Belki de yaşam dediğimiz şey, başlangıçlar ve bitişlerin birbirine dokunduğu o ince çizgide yürümek. Bazen bir kaybın ardından, bazen bir sevincin ortasında, bazen de bir hırkanın gölgesinde.
Başlangıç ve bitiş… İkisini ayrı kutuplar sanıyoruz ama aslında aynı dairenin iki ucu. Bitiş çizgisinde yeniden başlamak zorundayız.

Belgin Ulutay, 20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yaptı. Yazmaya ve seslendirmeye şiir ile başladı, çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettiriyor. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Ulutay’ın bir çok kollektif kitapta öyküleri yayımlanmıştır.


