Eda Büyükçapar
“Aşk, dünyaya karşı bir direniştir; çünkü sevgi, sahip olmaktan çok vazgeçebilmektir.”
Jean-Paul Sartre
Aşk, bazen bizi alır başka zamanlardan seslenmiş gibi duran bir şarkı sözüne taşır:
“Kara gülüm zaman yok… Kara gülüm mekân yok…” Bir devri daimdir, bedenlenir…
Sonra sahne değişir. Sevmek ve Direnmek: Bir Müziğin, Bir Dansın, Bir Portrenin İzinde gelişir. Bazı sahneler vardır ki, sinemanın karanlık salonunda değil kalbin en sessiz köşesinde oynar. Kadın Kokusu filmindeki o meşhur tango sahnesi de tam olarak böyledir -bir dans değildir yalnızca; bir ruha temas ediştir- hayattan umudu kesmiş bir adamın yeniden yaşamla göz göze gelişidir, gözleri görmese de kalbiyle görmeye başladığı andır.
Al Pacino’nun meşhur “Kadın Kokusu” filmindeki unutulmaz dans sahnesi, sinemanın en duygusal anlarından birine imza atar. Bu an, yalnızca başrolün mükemmel performansıyla değil, aynı zamanda her bir izleyiciyi sevdiğiyle beraber bir anlık bir rüya dünyasına taşımayı başaran o büyülü anla hatırlanır.
Bu sahne, aşkın ve bağlılığın en saf, en içten ifadesi gibi, her anı duygusal yoğunluğu yüksek bir dansa dönüşür ve izleyenleri, kendi hayallerindeki aşkı, kimliklerini ve duygusal bağlarını yeniden keşfetmeye davet eder.
Gerçekten unutulmaz bir anıdır. Bu sahne, film boyunca yavaş yavaş oluşan karakter derinliklerinin zirveye ulaştığı, duygusal ve görsel bir şaheserdir. Al Pacino’nun karakteri Frank, görme engelli bir adam olarak, dansın her hareketiyle dünyayı yeniden algılar ve bu onun içsel dünyasında büyük bir dönüşüm başlatır. Dans, sadece fiziksel bir eylem olmaktan çıkar; bir sevda, bir bağlanma ve bir iletişim biçimi haline gelir. Sahnedeki müzik, Al Pacino’nun duygusal performansı ve kameranın dansı yakalayış biçimi, izleyiciyi derinden etkiler. Bu, sadece bir dans değil, bir aşkla yeniden doğuşun, sevginin gücünün bir simgesidir. O an, yalnızca bir dans değil, bir duygunun vücut bulmuş hâlidir. Frank’ın adımları, geçmişin izlerini silen bir hikâyedir. Her dönüş, hayatla kurulan yeni bir bağdır. Kadının gülümsemesi, sessizce söylenen bir şiirdir.
Müzik, kalpten kalbe akan görünmez bir nehirdir. Gözleri görmeyen bir adam için bu dans, yeniden doğuştur, umutla örülmüş bir andır. Ve o an, izleyenin kalbine işleyen unutulmaz bir hatıradır.
Bir an, sadece bir an bizlere aşkın ve derin bağların unutulmaz olduğunu, kalıcı olanın ruhsal etkiler olduğunu gösterir. Her anı, içindeki duygusal zenginlik ve samimiyetle ölümsüzleşir. .
“Ölümsüzlük etkilemektir.”
Ve ölümsüzlük… Ah, ölümsüzlük iz bırakmaktır. Bir ruhu etkilemek, orada bir yankı bırakmak… Sevilmek değil yalnızca, ruhunun başka bir ruhta yaşamaya devam etmesidir ölümsüzlük. Aşka dokunduğunda, kendin olmanın da ötesine geçersin. Sen artık hem sensin, hem de onun içinde taşıdığı sen…
Ama ne zaman ki o sevgiye karşılık bulamazsın, işte o zaman içindeki aynaların kırıldığını hissedersin. Sanki kendi yansımanı kaybedersin. İçine konuştuğun dil susar, kendine anlattığın hikâyeler yarım kalır.
Sevginin yankı bulmadığı yerde, insan kendi iç sesiyle de vedalaşır bazen. Ve işte orada, en derin yalnızlık başlar: Kendinle bile konuşamayacak kadar sessizleştiğin o an.
Peki, sevmek neden bu kadar yakıcıdır?
Çünkü ölümüne etkileyici olanla kendi ölümlülüğünü keşfetme sürecidir. Kendi sarmalında biteviye dönenmektir. Sevmek, biraz da ölümle yüzleşmektir.
Çünkü aşk, insanın kendi ölümlülüğünü keşfettiği bir aynadır.
Yaralı bir âşık, kendine bakan bir gözde sonsuzluğu arar. Her dokunuş, her söz, her susuş… Bir döngünün içine hapsolur. Ve bu döngü biteviye dönmeye devam eder. Tıpkı fırtınaya karşı duran bir çiçek gibi… Sevgiliye değil, bazen onun hayaline, bazen onun içindeki seni seven o eski hâline tutunmaktır. Aşk dediğimiz şey… Belki de kendi kaçınılmaz ölümlülüğümüzle ilk tanışmamızdır..
Aşk, sadece bir duygudan ibaret değildir; bir duruş, bir başkaldırıdır. Zamana, yalnızlığa, unutulmaya, acıya… Ve belki de en çok kendimize karşı bir direniştir.
Sevmek, yürekler üzerinde ince ince sızıldayan bir sızıdır. Direnmekse o sızıyı her şeye rağmen taşımaktır.
Ve hayat, bu ikisinin arasında incecik bir yanıştır.
Zaman geçer, izler silinir, ama sevmiş ve direnmiş bir kalp sonsuzlukla randevulaşır…

Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam’ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitapta yazıları yayımlandı. Edebiyatı heyecan verici bir serüven olarak görüyor ve aynı heyecanla yazı yolculuğunu sürdürüyor.