Ebru Eren
Günün ilk ışıkları Boğaz’ın üzerine vururken bu eski balıkçı köyü yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. Artık çehresi bir köy olmaktan çok uzakta. İstanbul’un en lüks restoranlarının en ünlü mağazaların vitrinlerinin sıralandığı sahil boyunca denizin ve yoğun trafikte ilerleyen araçların egzoz kokuları birbirine karışıyor.
Osmanlıdan kalma konağın devamı olarak parka dönüştürülmüş bu mekanda çok eskiyim. Yüzyılların ağırlığını taşıyan bir çınar olsam da bir zamanlar ben de bu toprakta ailemle yaşayan ufak bir çocuktum.
Annemi çınar kanserinden kaybetmiştim. Hâlâ şarkı söyleyebilecek yaşam sevincini taşısa da kabuklarında açılan yaraların, reçineyle birbirine karışan sıvıların keskin kokusunu hatırladıkça hüzünlenirim.
Mavi seramikleri yer yer yosunlaşmış, ortasında kabaca yapılmış yunus figürünün ağzından suların fışkırdığı süs havuzunun etrafında yan yana konumlanmıştık ailemle. Artık temmuzun ortasında bile bazı dallarında filizlenmeyen boşluklarla akşamüzeri rüzgarında sağa sola sallanan annemin hastalık kokusunun çevreye yayılma korkusu belediyeyi harekete geçirdi. Köklerini kazımak çok büyük iş makinalarına kaldı ve çok gürültülüydü.
Gövdesinden çıkan parçalar zemine yayıldıkça çalışan görevlinin bir tanesi kürekle süpürmeye başladı. Sıra köklere gelmişti. Neredeyse dört yüz yıldır toprağın içinde kendi imparatorluğunu kurmuş hükümdar gibi direndi annem.Kazmalar ve kepçeler yaklaştıkça direndi.
Gitmeni istemiyorum dedim.
Hep burada olacağım ve seni izleyeceğim dedi.
Onun köklerinin büyük kısmını çıkartırlarken damarlarımda şiddetli bir gerilme hissetmeye başladım. Direnmeye çalışıyordum. Direnmeye tutunmaya, onun bırakıp gitmesine izin vermek istemiyordum. Ve sonunda toprakta derin bir yarık oluştu. Babamın da olan biteni çaresiz bir kabullenişle izlediğini görüyordun. Sanki uzun süredir kendini buna alıştırmıştı.
Annemden kalan yere insanların üzerine çıkıp sağa sola hareket ettikleri spor aletleri koydular. O zamandan sonra ben de park da çok değişti.
En büyük dallarını tek tek sayarken doğduğundan beri hiç kesilmemesiyle övünürdü. Onun bana parkın gece sessizliğinde anlattığı hikayeler bazen Kafkasya’dan göçen bir ailenin İstanbul’a varıp bavullarını sahilde bırakıp dibinde akıttığı gözyaşları oluyordu. Bazen de Cumhuriyet sonrası ders kitaplarını gövdesine yaslayıp ağlayan göçmen öğrenciler.
Özellikle kış gelip özellikle karın toprağın üzerini bir örtü gibi kapladığı zamanlarda soğuk yüzünden uyumakta zorlanırken bana geçmişten hikayeler anlattı.
Üzerine insanların kazıyarak çizdiği şekillerden, yazılardan bahsetmesi en çok ilgimi çekendi. Çünkü kendi gövdemdeki bu izler de genelde uzak geçmişe aitti. Artık insanlar çok meşgullerdi ve bu işe zaman ayıramıyorlardı. Ne kadar eskiye giderse o kadar hoşuma gidiyordu.
Mübadele yıllarında buralardan ayrılan Rum ailelerin kazıdığı harfler, cephede vatan hasreti çeken askerlerin ayları saydığı çentikler, sefere çıkmadan önce kaptanların bu çentiklere dokunarak selamet istemeleri hepsi annemin gövdesinde tarihi belgelerin mühürleri gibi yaşamaya devam ederdi.
Ben daha çok aşk hikayelerinden hoşlanırdım. Köprünün ışıklarını sarılarak izleyen genç ve kadın yıllar öncesinde aşkı merak etmeme ilk sebep olanlardı. Beline kadar uzun, kumral, düz saçları olan kız, çocuğun omuzuna kafasını yasladığı anda bedenimi biraz daha eğme ihtiyacı duyup tedirgin olmuştum.
Aralarındaki konuşmadan ve kızın anlatırken sık sık gözyaşıyla bölünmesinden bunun bir aşk hikayesi olduğunu hissedebilmiştim. Ama aynı mutsuzluğu ve korkuyu kıvırcık saçlı gözlüklü uzun boylu çocuğun bulutlu gözlerinde de görüyordum. Üniversiteyi okumak için başka bir ülkeye gitmek zorundaydı. Hatta mesafeleri kıtalar arası uzaklıktaydı.
İşte henüz genç bedenimde aşkı ilk kavrayışım ve onu kaydedişim böyle olmuştu.
Çocuk kot pantolonun arka cebinden kahverengi metalik Rotring çıkardı. Belki de sadece yazmanın ya da ders notlarını tutmanın alışkanlığıydı. Kalemin ucu bedenime ilk dokunduğunda bir ürperti hissetim. Yıllardır rüzgarların, fırtınaların, kurak sıcakların açtığı yaralardan daha başkaydı. Hem korku hem de bu ana şahit olmanın heyecanını hissediyordum. Annem dallarını hafifçe aşağı yukarı hareket ettirerek güvende olduğumu belli etti.
Çocuk önce sevgilisinin sonra kendisinin baş harfini yazdı. İki harfi bir kalbin içine aldı. Sonunda da tarih ekledi. 16 Temmuz 2017. Belki de incinmenin gururunu ilk defa bu olayla öğrendim.
O zamandan sonra çokça anneme aşkı sordum. Bana gördüklerini yaşadıklarını anlatması için gün boyu sağlığım açısından önemli öğütlerini yerine getirmeye çalıştım.
Bana geceyle gündüzün eşit olduğu bir günden bahsetti. Ekinoks.
“Çok ilkbahar ve sonbahar gördüm. Ama her ekinoksta tüm bedenim rüzgar olmasa da titrer.”
Uzun zamandır parkta kalan araya çiftleşme miyavlamasıyla giren tekir kedi bile annemin ses tonundan etkilenmiş kahverengi ahşabı yer yer soyulmuş bankın üzerine kıvrıldı.
Onu duyabildiğimi söyledim. Devam etti.
“Balkan savaşının sonlarında göçün dalgaları Boğaz’a vuruyordu. Aynı senin gibi ben de birbirlerine sarıldıklarında şiddetli ve derinden bir sarsıntı hissettim. Çünkü bu aşk diğerlerinden farklıydı. Geldikleri yer, konuştukları aksan, aileler, ve savundukları gerçekler farklıydı. Ama bu farklılıkların içinden doğan birbirlerine tutunmaya çalışan yurtların çabası gibiydi.”
Rüzgar bedenimi öne arkaya sallandırırken o hiç kıpırdaman devam etti.
“Kendimi yıllarca farklı hatta öteki hissettim. Göğe çevremdeki tüm ağaçlardan fazla yükseldim. Köklerimle toprağa kenetlendim. Dallarım kuşların ilk yuvaları oldu.
“Benden önce de yuva yaptığını biliyordum ama bunu unutamamışsın. Kıskandım diyemiyorum ama bir garip oldum.”
Olma der gibi tepkisiz kaldı. Bir milli piyangocu geçti önümüzden.
“İçimdeki boşluk geçmiyordu. Dallarımdan ekşi de olsa bir dut çıkmadı. Tatlı bir elmayı kimsenin başının üzerine düşüremedim. Sonra gölgemi düşündüm. Küçüklüğümde kavga ettiğim gölgem Osmanlı’dan beri meydanlara, cami avlularına, köylere koruyuculuk ettikçe ayrılamaz bir diğer yanım oldu. Kabuğumdan bir sürü ilaç yapıldı. Yapraklarıma yapılan binlerce toz taneciğiyle gittikçe azalan oksijeni temizledim. Ama gerçek hikayem kimsenin duymadığı bu anılar ve sözsüz yapılan anlaşmalardı.”
Yetinemedim. Beni ikna edecek, topraktan bana geçen enerjiyi tasdikleyecek bir şeylere daha ihtiyacım vardı. Bir sincabın dişinin arsına girmiş pisi pisiyi çıkarıp dinlemeye devam ettim.
“Delikanlı cebinden bir mendil çıkardı. Üzerine incelikle kızın baş harfini işledi. Artık bedenimde Yunanca harflerden başka harfler de vardı. Delikanlı gitti. O günden sonra kız her ekinoksta yanıma geldi.
Annem bunları anlattığında henüz beş yaşındaydım. Onun gövdesinden süzülen beyaz yaşını ilk kez görmüştüm ve çok çaresiz hissetmiştim. Onu elimden alacaklar diye bir korkuya kapılmıştım.
Şimdi ne kadar soğukkanlı bir şekilde bu durumun içinden çıktığını anlayabiliyorum. Ertesi gün incecik dallarıma rengarenk bir canlı kondu. Bu ilkti ve korktum. Göğsü sabah turunculuğunda ısınmış kanatlarında incecik beyaz çizgileri olan, başında griye çalan mavilikle parlayan bir ispinozla uyandım.
Küçük kalbim dibine kadar umutla dolmuştu.
Görüntüsü annemin dev gölgesine dönüştü.
Hayat adildir gece ve gündüz gibi.
Göçlerin içinden aşklar da doğar vedalar da.
Zaman gövdeni kalınlaştıracak.
Boğazdan gelen nem, tuzlu su, yapabildiğim kadarıyla fotosentez, yaşamama yetiyor. Ama annem olmadan gerekli olan kadar büyüyemiyorum gibi. Babama duyduğum sevgi ve saygı beni ayakta tutuyor ama yeterli değil.
Artık burada bir sürü koşucu var. Koşmadan yavaş yürüyenler de koşucularla aynı renkte ayakkabıları giyiyor. Fosforlu konçları var. Modellerine de bakıyorum ve farklı kıtalardan alınanları ayırabiliyorum. Bir tür moda zevkine sahip oldum. Ekranına bir sürü profosyonel fotoğraflar koyuyorlar. Bazıları beni bilinciyle kadraja koyuyor. Bazılarında yandan çürük ve zayıf dallarımla görünüyorum.
Babamla yaşamaya devam ediyoruz. Kıyıya çok yüksek müzikli tekneler yanaşıyor. Ellerindeki dondurmalarla bana değip yapış yapış yapan çocuklar oluyordu. Çocukların kıyafetlerinden bazı sonuçlara varıyordum. Bazen annemin önyargıyla ilgili sözlerini hatırlıyordum. Kimi zaman çocuklarla ilgili şefkatli olmasını da kıskanıyordum ve beni eleştirdiği duygusuna kapılıyordum.
Şimdi mi?
Babam ve parktaki diğer ağaçlarla ortak yaşadıklarımızı anlatayım. Belki sizlerin içinde aydınlanmak isteyenler vardır ve garip bir şekilde bize ihtiyaç duydukları içindir.
Şimdi bu parkta koşuculardan sonra bir grup yoga yapıyor. Renkli matların üzerinde gözlerini kapatıp ana odaklanıyor. Aradan mısırcıııı diye bağıran satıcılar geçiyor. Bazıları ellerini gökyüzüne açıyor, bazıları da yere kapanıyor.
“Anne beni duyuyor musun?”
Annem toprağın daha alt katmanlarında olduğu için beni duymakta zorlanabilir. Anlayışla karşılamaya çalışıyorum.
Ama bu sabah kaçamadım. O kadar hisle dokundular ve öyle büyük bir arayıştalardı ki ayıp olur diye düşündüm.
Anladım. Bu insanlar da köklenmek istiyor.
Aynı anda konsantre olduk. Ben onlara söylenen gibi kır, çayır, deniz düşünmedim. Ben daha çok öteki Dünyayı düşünmedim. Babamı da düşünmedim. Sanki babam o dekorun değişmez bir parçasıydı.
Bekledim. Ne yapacaklar diye.
Nefesleri de köklerimiz gibi görünmedi. Fotoğraf çekmek için uzun çubuklu telefonlar yaklaştı. Havuzun suyu tasarruf için o hafta içi kesilmişti.
Uzatacağım, dedim bu konuyu annemden güç almışken.
Ben artık ürkek falan değilim. Yalnız da değilim.
Hayat nefesle, başlar.
Göçle şekillenir.
Kavuşma ya da kavuşamama bir sonuç ama amaç değil ki. Amaç olsa hala şu tepemdeki ispinoz kuşlarına adamakıllı bir yuva yapardım.
Ama biliyorum ki bu yuva da onlar için geçici. Göç zamanına kadar.
Olabilir.
Olağan.
Birbirine iğnelenmiş gibi yaşamaya devam edeceğiz bu parkta. Tarihte ya da cümlelerinde biri tanıklık edene kadar.
Gece ve gündüz eşitlenmenin ötesine ikisi de aynı aydınlıkta sayılana kadar.
Bir serçe sürüsü geldi. Yaralılar var.
Özür diliyorum.

Ebru Eren İstanbul’da doğdu. Üniversite eğitimini Trakya Üniversitesi Turizm Otelcilik Bölümü’nde tamamladı. Yedi yıl telekomünikasyon sektöründe çalıştı. Uzun yıllardır Türkiye’de önde gelen yaratıcı yazarlık akademilerinde değerli yazar eğitimcilerden eğitim aldı. Daha önce kolektif kitaplar ve dergilerde yayımlanmış öykülerine yenilerini de ekleyerek çok yakında kitabını çıkarmaya hazırlanıyor. Edebiyat dışında resim de bir diğer tutkusu ve bu alanda da kendini geliştirmeye devam ediyor


