Başak Bıyıklı
“Gurbete düştüm düşeli doğduğum toprak gündüz hayalimde, gece düşümde.”
Yaşar Kemal, Tanyeri Horozları.
O akşam Selanik’teki konağımızın kapısı çaldığında, aslında bu evde geçireceğimiz günlerin sayılı olduğunu bilmiyordum. Bilseydim, her şeyi farklı bir gözle kayda alırdım. Şimdi ise sadece hatırımda kalanları aktarabiliyorum.
Ben, geniş gövdeli bir ceviz ağacından ayrılmış, basit görünen bir sandığım. Kapağım, kendini açmak isteyene direnmez görünse de menteşelerim hayli nazlı. İki yanımda, kolay taşınabilmek için demirden kulplarım var. Hem kapağımda hem de ön yüzümde, ayrıldığım ağacın yaşlı gözlerini taşıyorum. Koyu, acılı, görmesini bilene derin bakan, yeterince ağlayamamış gözler… Beni yontan, tornalayan, kesen, vidalayan ve bir ağaç parçasından bir hanımın yatak odasına layık bir sandık olmamı sağlayan usta da bu gözlerin akıtamadığı yaşları fark etmiş olsa gerek, her ikisinin de etrafını yabani menekşelerle bezemiş. Tek süsüm onlar.
Hikayemin başladığı bu odaya 1800’lü yılların sonlarına çeyiz hediyesi olarak gönderildim. Yerimi, evin hanımının gösterişsiz ama zarif döşenmiş odasında, yatağın hemen ayak ucunda; mütevazı kütüphane ile çini sobanın tam karşısında buldum. Zamanla alelade bir çeyiz sandığı olmaktan çıkıp sahibimin sırdaşı, yareni, yol arkadaşı oldum. Onunla evden eve, odadan odaya yol aldım. Günden güne ayrılmaz bir parçasına dönüştüm. Her şeyimle ona ait oldum. O terk-i diyar ettikten sonra da emanetlerini korudum, mirasını sürdürdüm. Unutulacağım güne kadar.
Bir sandık olmasaydım da ustam benden başka nesneler üretseydi, yaşananları çok farklı anlatabilirdim. Mesela, bir sokak lambası direği olmuş olsaydım, şehre kalın bir sis gibi çökmüş huzursuzluktan söz edebilirdim. Üzerine asıldığım dükkânın ismini taşıyan bir tabela olsaydım, bir zamanlar neşeli kahkahaların doldurduğu bir caddenin, şimdilerde yurdundan edilmiş, şaşkın ve naçar insanlarla nasıl dolduğunu anlatırdım. Bir evin kalın dış kapısı olsaydım, daha dün komşu olduklarımızla gözlerimizin içine neden bakamadığımızı, tedirginlik kilidinin anahtarının nasıl kaybolduğunu anlatabilirdim. Üzerinde günahkâr kararların alındığı bir masa olsaydım, kendim günahsız da olsam tepemdeki yumruklarla değişen hayatların acısından bahsedebilirdim. Bir çalışma odası duvarında kütüphane olsaydım, suyun iki yakasında olan biteni bilmeniz için türlü hikayeler anlatıp dururdum.
Ama beni mazur görün. Ben sandık olmak için gövdesinden sökülüp çıkartılmış basit bir ceviz parçasıyım. Bildiklerim kendi yaşadıklarımdan ibaret.
Etraf zifiri karanlık. Saatin farkında değilim ama sabaha limana inmiş olmamız gerektiğine göre gece yarısını geçmiş olmalı. Gökyüzü açık. Ay tepede. Birkaç gündür sobaları bezdiren dondurucu rüzgâr şehirden çekilmiş. Bu gece kar yağmamış. Bize merhametli davranmak için sessiz bir anlaşma yapmışlar sanki. Ama hava düşündüğümden soğuk. Arabalara koşulmuş atların uzun ve zarif kirpiklerinde buz parçaları parlıyor, geniş burun deliklerinden çıkan sıcak nefes hızla kristalleşiyor. Eşyaları taşıyan hamallar ve geride bırakacağımız uşak ile bahçıvanın bakışları da elleri de kırmızı, çatlak ve yaralı.
Her şey en ince detayına kadar planlanmıştı. Konaktan iki atlı arabayla çıkacaktık. Selanik limanına yapacağımız yolculuğun ardından, sabah gün doğarken bizi Tekirdağ’a götürecek ticari gemiye bindirilecektik. Selanik’ten Tekirdağ’a beş günlük gemi seyahati, ardından bir gün boyunca atlı vagonda bekleyecek, sonrasında bir yük treni ile İstanbul’un Sirkeci Garı’na gidecektik. Oradan yine at arabaları ve hamallar eşliğinde Şehzadebaşı’ndaki yeni konağa geçecektik. Sandıklar, çuvallar, hurçlar, bohçalar, denkler… Bez torbalar içine alınmış yolluklar, pestiller, kuru etler, yufkalar, börekler, ekmekler. Testiler içinde kuyudan son kez çekilmiş sular. Küpler içinde yeşil ve siyah zeytinler. Sonbaharda bahçedeki ağaçtan toplanıp, bu sene mahsul bol olduğu için ilk kez kuruttuğumuz hurmalar. Kabuğunun kokusunda Selanik’i beraberimizde taşıdığımız limonlar… Ve biz, yolculuğumuza başladık. Bu seyahatin yaklaşık sekiz gün kadar sürmesi planlanmıştı ve tamı tamına öyle oldu.
O gece, o dondurucu soğukta, gözyaşları, hıçkırıklar, iç çekişler ve dolunay eşliğinde bıraktık evimizi. Etlerden et, canlardan can koptu. Yılların sayısız anısı, kesik ve çaresiz bakışlara sığmadı.
Gözlerdeki damlalar, bu konakla mayalanan yaşamlarımızın ağırlığına dayanamadı. Bir gün muhakkak döneceğiz sözleri etrafta uçuşsa da, hepimiz biliyorduk ki bu mümkün olmayacaktı.
Evin hanımı akşamın başından beri hayli sakindi. Her zamanki vakur haline bürünmüş, durumu kabullenmiş, ipleri eline almıştı. Yapılacaklar, yapılması gerekenler vardı. O bu evin, ailenin hanımıydı. Şimdi yakınma, söylenme değil, harekete geçme vaktiydi. Bizimle geleceklerin arabalara taşınması sağlanacaktı. Geride bırakılanlara, konakta bizden sonra yapılacaklara dair sorumluluklar anlatılacaktı. Herkes yola çıkmadan doyurulacak, ihtiyaçlar giderilecekti. Herkesi toparlayacak, sakinleştirecek, yönlendirecek ve endişeleri erteleyecekti.
Daha önce de arabalı vagonda gitmişliğim vardı elbet. Ustamla konağa gelişim de aynı böyle olmuştu da böylesi sıkış-tıkış, alt-alta, üst-üste bir yolculuğa hiç tanık olmamıştım. Yanımda yöremde beni dört bir yanda sıkıştıran çuvallar, hurçlar, denkler haydi neyse de, altımdan geçirilmiş urganlarla üst kapağıma sımsıkı bağlanmış iki büyük sepetten birinin içine doldurulmuş peynirlerin ve hemen yanımdaki bir diğerine yerleşmiş sarımsak bağının kokusundan kendimden geçip durdum. Sepetin bir diğerinde de kuru etler, yufkalar, meyve ve yemişler vardı. Gemiye binince de durum pek farklı olmadı elbette. Hatta orada bize ayrılan bölüm, iki atlı vagonumuzun yüklüğünden hayli ufak olduğundan, İstanbul’a gidene kadar tüm eşyalar birbirimize yapıştık kaldık.
Sabah gün aydınlandığında yolda şahit olduklarımız, limana indiğimizde karşılaştığımız manzara ve hemen ardından gemide bizden çok daha kötü koşullara razı olmuş olanlar, halimize defalarca şükretmemiz için yetti de arttı bile. Bütün gördüklerimiz, ayrılışımızdan sonra artacak zorluklar, sefalet ve acının ufak bir emaresiydi. Demek ki Selanik’e vedamız düşündüğümüz kadar da erken değilmiş. Bizler gibi daha şimdiden yollara düşmüş sayısız aile vardı yol boyunca. Şehrin dış mahallelerinden, civar kasaba ve köylerden limana akın edenler; tek bir öküzün üzerine tüm çulunu toparlamış bir yaşlı adam, sırtında çuvallar ile bir baba, bir yandan yürüyüp bir yandan koynuna sakladığı bebesini emziren bir ana, bir kaya kenarına sığınıp uyumuş bir sahipsiz.
Burnu akanlar, eli ayağı kanayanlar, ağlamaktan kuruyanlar, kendi öfkesinden korkanlar, tırnaklarını kemirenler, daha yolun başından dönmeyi düşünenler… Sıcak yuvalarından kopartılmış ve yollara dökülmüş bir çaresizler ordusu.
Selanik Limanı… Suyun bu yakasının en nadidesi, göz bebeği. Karşı kıyıda da İzmir varmış, birbirlerine pek benzerlermiş diye anlatırdı hep evin beyi. Limana vardığımızın müjdesini, henüz kendini görmeden gemi düdüklerinden ve en çok da martılardan alıyoruz. Çığlıkları, denizin tuzlu rüzgarına eşlik ediyor. Kimi cesur ve gürültücü, kimi ürkek ama meraklı uçuyorlar tepemizde. Sesleniyorlar. ‘Haydi, acele edin gemiler kalkıyor. Bugün, bundan sonraki günlerin, haftaların, ayların ve hatta senelerin ilk günü olacak. Gideniyle kalanıyla, kalamayanıyla gidemeyeniyle çok gözyaşı dökülecek. Ve biz hiçbir yere gitmeden sizin gibi nicelerini yolcu edeceğiz.’ Limandaki sayısız ticaret gemisi de en az martılar kadar sabırsız. Buhar bacalarından aceleci tıslamalar duyuluyor. Tahta iskeleler sayısız adım altında eziliyor, eşyaların ağırlığıyla gıcırdıyor, yer yer çatırdıyor. Bir an evvel bu mahşerden uzaklaşmak, bildikleri sularla buluşmak istiyorlar. Kargaşa ve kalabalık tanımları burası için hafif kalır. Burası bir savaş alanı. Adeta mahşer yeri. Hınca hınç insan. Bir yanda bizim gibi yolcu olmaya hak kazanmışlar, diğer yanda kim bilir kaç zamandır binebilecek bir tekne bulabilmek için şansını denerken perişan olanlar. Oradan oraya ne yapacağını bilmeden koşturanlar, keskin ve çaresiz bakışlı erkekler, yaşlı gözleri çoktan kurumuş kadınlar, meraklı ve her şeye rağmen neşeli çocuklar. Kiminin açlıktan, kiminin sabah ekmeğinin arasındaki soğandan ağzı kokmuş. Kimi terlemiş, kimi çişini yapacak yer bulamamış, kimi kafasındaki bitlerden bunalmış, kimi çömelmekten uyuşmuş. Ama hepsi endişeli, hepsi arafta. İnsanların altında, üstünde, ardında, önünde yığılı eşyalardan bir fon. Geride bırakılamayacak kadar kıymetli olsalar da sahipleri gibi cansız, soluk ve ruhsuzlar. Oraya buraya yığılmış ve büyük umutlarla buradan ayrılacak herhangi bir gemiye yüklenmeyi bekliyorlar. Yüklerini üzerinden az önce atmış olmanın verdiği rahatlık gözlerinden okunan atlar ve merkepler sıralanmış, nefesleniyorlar. Yükleri gemilere taşımak için hazır bekleyen hamallar ve yük taşıyıcıları. Yola çıkmadan önce karadaki son turlarını atan denizciler, serdümenler, güverte zabitleri. Sarma tütünlerinden aldıkları nefeslerde limandaki tüm bu kalabalığın gürültüsünü ciğerlerine çeken çarkçılar, yağcılar, makinistler. Yolculuk süresince öncelikle mürettebatın ardından da yolcuların ihtiyacı yiyecekler için liman kenarındaki bakkal ve zerzevatçılardan son alışverişini yapan aşçılar ile yardımcıları yamaklar. İnsanları sıraya sokmaya çalışan ama pek muvaffak olamayan gümrük memurları. Limandaki kalabalığa hiç müdahale etmeyen ancak bakışları silahlarından daha tehditkâr askerler. Ve tümüne uzaktan bakan hazin ve haşmetli Beyaz Kule.
Yolcular Selanik Limanı’ndan ayrılmanın yakıcı hüznü ile boğuşurken, benim gibi eşya ve yüklerin de ambarlara yerleştirilme çilemiz başlamıştı. Bizi taşıyan hoyrat ellerin yüz çizgileri derin, gözleri sarımsıydı. Kim bilir bu geminin dışında kimleri, neleri bırakmış, bu iki kıyı arasında kaç sefer yol almışlardı. İçlerinden biri vardı ki insan azmanı. Beni ambara o indirdi. Arkadaşları Herkül diye sesleniyordu. İnsan mı dev mi, masallardan çıkma bir bahadır mı? Heybetli ifadesi az kalır, tam bir cabbar. Omuzları geniş, kolları kalın, boynu kısa ama boyu uzun. Aynı anda iki sandığı iki omzuna atarken gözünü bile kırpmayan bir babayiğit. Elleri ne ara boş kaldı da sigarasını yeniledi, ne ara nefeslendi de dinlendi muamma. Ağzı kokuyordu. Biraz şaraptan bolca mutsuzluktan. Gözleri kırmızının en derin tonu. Biraz uykusuzluktan bolca küfürden. Güler miydi, eğlenir miydi bu Herkül? Bir sevdiceği var mıydı yolunu gözleyen? Bir oğul bırakmış mıydı hatunun yanına ona göz kulak olsun diye? Çocukken kurduğu hayalleri var mıydı? Atı, köpeği olmuş muydu? Hiç tarla sürmüş, zeytin toplamış mıydı? Sonuçta o da bir ana evladıydı.
Diğer sandıklardan büyük olduğumdan mıdır bilinmez beni geminin en dış duvarına yaslayarak diğer yüklerin en altına yerleştirdiler. Hemen yanımda tahta sedirler, halatlar, kutular, variller, balyalar, farelere bayramlık delik tahıl çuvalları. Yerleştirdiler dediğime bakmayın attılar, fırlattılar daha doğru olacak. Demir kulplarımdan birini işte bu sırada geminin çelik duvarına çarparak kaybettim. Evin beyi İstanbul Çemberlitaş’ta bir demirciye yenisini yaptırana kadar çolak kaldım. Yetmezmiş gibi sırtımı o acımasız çelikten bir parçaya dayadılar. Seyahat boyu içinde kalacağımız ambarın bu bölümü hayli küçük ve dardı. Toplamda on bir evsiz erkek ve onlar kadar sahipsiz eşyaları burada geceleyecekti. Bu eşyalar elbet günün birinde yine bir evin odalarını, mutfaklarını, kapı önlerini dolduracaktı. Ama şimdi hepsi üst üste, düzensiz birer yığından ibaretti. Bırakın yürümeyi kıpırdayacak yer yoktu. Yolcu taşımaya pek de alışkın olmayan ambarlar sözüm ona bu iş için elden geçirilmiş, ambar kapaklarına havalandırma delikleri açılmış, ahşap sütunlar ve geminin duvarları arasına halatlarla brandalardan yapılmış yataklar bağlanmış, sadece geceleri yakılan tek tük gaz lambaları asılmıştı. Talihimiz yaver gitti de yol boyu herhangi birinden fırlayan bir kıvılcımla denizin dibini boylamadık.
Loş ve karanlık, burayı anlatmak için bulabildiğim en hafif kelimeler. Hava delikleri, ambar kapaklarının aralıkları ve kendini pencere sanan birkaç küçük delik haricinde ışığa hasretiz. Yolda yağacak yağmurun bu delik ve aralıklardan bize yaşatabilecekleri ürkütücü olsa da, ışık umut demek. Işığı içeri alan bu boşluklardan başka hava kaynağı da yok. Boğucu, ağır, hayli nemli.
Ambardaki hava sadece fareler, hamam böcekleri ve örümceklere yetecek kadar. Alınan en belirgin koku yoğun, koyu, sümüksü bir küf. Duvarlar rutubetin kara yeşil lekeleriyle bezenmiş. Küf kokusunun berisinde biraz uzaktan denizin tuzu, daha yakından fıçılardan sirkeleşmiş şarap, haftalar belki aylarca yıkanmamış insanların kir kaplı derileri, motor bölümünden gelen is, kömür ve yağ.
Ambarı paylaştığımız yolcuların türlü hayatlarda mayalanmış hikayeleri bu gemide, bu ambarda bizimle müşterekleşmişti. Çoğunun bizim kadar çok eşyaya sahip olmadığı hemen dikkatleri çekiyordu. Kimisi yataklarını kendilerine ait bir iki çuvalla paylaşırken kimisi de genişçe çıkınını yüklerin arasında bir yerlere sıkıştırmıştı. En ağır yükleri hikayeleriydi. Durgun, dertli, suskundular. Karşılıklı sigara alışverişleri, paylaşılan bir iki peksimet, küçükten ezberlenmiş bir dua gibi çekilen derin oflar. Bölmenin bizden uzakça köşesinde iki genç adam vardı. Yaşları taş çatlasın on altı. Biri sarışın biri kuru. Sarışın olan renkli gözlü, derin bakışlı. Kuru olan sürekli öksürüyor, her defasında yatağı da onunla birlikte sarsılıyor. Sigarasının dumanı katran karası. Gocuğunun başlığını hiç sıyırmamış, etrafa pek bakmayan durgun bir ihtiyar. Yüzü kırışıklarla dolu olsa da gözlerinin feri bir çocuğunki kadar canlı. Kesimi düzgün sakallarına aklar acaba ne zaman düşmüş? Yerleştiğimiz köşenin hemen yakınındaki ilk hamağı kendine seçmişti. Yatarken, otururken, ihtiyaç görmeye giderken bile kucağında sımsıkı tuttuğu kalın beze sarılmış bir kutuyu elinden katiyen bırakmıyordu. Ara sıra gaz lambasının alevine dalıyor, dudakları sessizce kıpırdanıyor, dua edercesine kutusuyla birlikte hafifçe sağa sola sallanıyordu. Bir baba oğul var bu ihtiyarın hemen ardında. Oğlan yirmilerinin başında ama saçlarının tepesi açılmış bile. Yüzü hüzünlü. Bizim evin büyük oğlu ile tanışıp hemen sohbete giriştiler. Jules Verne’nin 80 Günde Devr-i Alem’inden söz ettiler bol bol, biri Fogg diğeri Passepartout oldu, bir sonraki seyahatlerinde aya gitmenin çok da imkânsız bir hayal olmayacağı olduğu konusunda hemfikir oldular, konu genç hanımlara geldiğinde fısıltıları kulaklar arasında saklı kaldı.
Güverte ve ambardaki hareketlerden geminin demir alacağı anlaşılıyor. Bütün mürettebat oradan oraya koşturuyor, halatlar ve zincirler kontrol ediliyor, rıhtıma bağlanmış olanlar çözülüyor, çapa çekilmeye başlıyor. Bekleme faslı bittikten sonraki zaman ne kadar da çabuk geçti. Gün boyu gökyüzünü hiç yalnız bırakmamış güneş, tüm limanı, gemileri, binaları kızıla boyayarak önce bize, ardından limanda umutlarını bir sonraki güne bırakmışlara veda ediyor. Geminin düdüğünün duyulması ile, başta bizim ev ahalisi olmak üzere herkes güvertenin iskele tarafındaki korkuluklara yığılıyor. Hiç kimsede güneş ve limanda yarattığı sanat eserlerini övecek mecal yok. Yol için hazırlanmak, gitmeyi beklemek başka ama yola çıkmak bambaşkaydı. O ana kadar bir ihtimalden ibaret olan gitmek, bir anda gerçek bir eyleme dönmüştü.
O ana kadar tutulan gözyaşları artık engel tanımıyor. Bu, olağan bir veda değil. Evler, yuvalar, sokaklar, başıboş kedi ve köpekler, mahallenin delisi, alt köşe başındaki yufkacı, çığlık çığlığa martılar, bahçe duvarlarını saran sarmaşıklar bırakılıyor. Bir fotoğrafın orta yerinden hunharca yırtılması gibi, yaşamları da onları bir arada tutan tüm iplerinden bir kesikle dağılıyor.
Hareket ettiğimizde geride bıraktıklarımız sadece umudu bir sonraki güne emanet edilmiş insanlar değildi. Bir çocuğun ayağından koşarken fırlayan tek bir ayakkabı. Az ötede, o fırlayan gibi nicesinden oluşmuş bir tepe. O tepeye eşlik eden, gözden çıkartılmış kutu, sandık ve bavul yığınları. Yığınların çevresinde dolanarak sahiplerini koklamaya uğraşan köpekler. Köpeklerden sayıca hayli fazla başıboş atlar, merkepler, katırlar. Daha biraz önce her birinin üzerinden indirilmiş küfeler, sedirler, şilteler, yataklar. Atıldıkları taş zeminin kara rengine inat capcanlı parlayan atlas yorganlar, halılar, kilimler. Hepsi ardımızda kaldılar. Bir başlarına terk edilen bu limanın sahipsiz süsleriydiler.
Ben ise, cevizden şanslı bir sandığım. O günün üzerinden geçen onlarca yıldan sonra denizin diğer kıyısında, yeni evin bir köşesinde, üzerimde yeni örtüler, içimde yeni hatıralarla yaşıyorum. Gövdesinden ayrıldığım cevizin akıbetini de ilk evimin yeni sahiplerini de bilmiyorum. Terk ettiğimiz beyaz kuleli şehirde yeniden köklenmeye çabalayan hayatları tanımıyorum. Yaşlı gözlerim, yenilenmiş kulpum, sayısız çizik ve yarığımla yeni evimde köklenen her şeyin kaydını tutuyorum. Unutulacağım güne dek.

Başak Bıyıklı İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Yirmi yedi yıldır pazarlama araştırması alanında çalışıyor; kendi işinin sahibi. 2022’de Çanakkale’ye taşındıktan sonra edebiyat eğitimine ve yazı çalışmalarına yoğunlaştı. Öykü ve küçürekleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Denize ve fıstık çamlarına karşı yazıyor; yakında yayımlamayı planladığı kişisel kitapları üzerinde çalışıyor.

