Stefan Zweig’ın “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı eseri, bir erkeğin yazar olarak bir kadın karakter yaratmasının başarılı örneklerinden biri. Yazar cinsiyeti ile karakter cinsiyeti arasındaki farklılığın yarattığı hayranlığımızın nedeni; Stefan Zweig gibi usta yazarların empati, gözlem, kavrayış, aktarım yeteneği ve güçleri değil mi?
BERİL BOZDOĞAN

Stefan Zweig’ın Bilinmeyen Bir Kadının MektubuTürkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan harika bir çeviri. Tadını ala ala okudum tüm tasvirleri. Yalnızca 62 sayfa fakat her bir cümleyi iki kez okuyarak bir tam gün geçirdim kitapla. Bir oturuşta edebiyata doyuracak bir kitap arayışındaysanız bu kitabı tercih edebilirsiniz.
Stefan Zweig, bu hikâyede bir kadının mektubunu yazarak – kitabın tamamı bu mektuptan oluşuyor – bir erkek yazar olarak bir kadın kimliği oluşturuyor. Bu türden bir farklılık – yazar cinsiyeti ile karakter cinsiyeti farklılığı – bende her zaman hayranlık uyandıran bir etki bırakır.
Türk yazarlarımızdan buna ilk kez Kürşat Başar’ın Başucumda Müzik romanında denk gelmiştim. Şimdi yine bir yazardan bu tür bir eser okuma şansı elde ettim. Bir insanın sadece ve sadece gözlemleyebileceği fakat asla deneyimleyemeyeceği bir durumu kaleme alacak kadar başarılı ve özgüvenli olması beni gerçekten şaşırtıyor. Gerçi iyi yazarları da hafızalardan silinmez şekilde edebiyat tarihine kazıyan da bu özellikleri değil midir; empati, gözlem, kavrayış ve aktarım yetenek ve güçleri?
Peki nedir bu farklı cinsiyetlerin birbirlerinin yerlerine geçmelerinde beni şaşırtan?
Kadın beyni – erkek beyni farklılıkları, düşünce yapıları, farkı yaratan hormonları üzerine elbette bolca araştırıldı, yazıldı, çizildi. Hollywood ve benzeri popüler mecralarda “Kadınlar ne ister, erkekler ne anlar?” gibi başlıklar altında bu farklılıklar vurgulandı. Psikoloji biliminde erkeklerin yüzeysel fakat büyük resme bakma çabaları vurgulanırken, kadınların derinlikli ve detaycı oldukları savları öne sürüldü. Edebiyat tarihinde erkek yazarların ürettiği ölümsüz klasik ve modern eserlere bakarak bu savın yanlış olduğunu zaten en başından çürütmemiz mümkün. Yine de benim için iki cinsiyetin birbirlerinin karakter ve davranış özelliklerini tam anlamıyla kavrayıp kavrayamadıkları çoğunlukla merak ettiğim unsurlardan biri olmuştur. Yine tam da bu sebeptendir ki, yazarı ile yarattığı ana karakter farklı cinsiyetten ise o edebiyat eseri çokça ilgimi çeker.
Benzer bir durum yine Stefan Zweig’ın kaleme aldığı “Bir Kadının Hayatından 24 Saat” romanı için de bence geçerlidir.
Ardından durdum ve düşündüm… Ana karakterin, daha da ötesinde birinci tekil şahıs olan “ben” anlatıcısının kadın karakter -bir erkek yazar için- veya bir erkek karakter -bir kadın yazar için- olmasından bu kadar etkilenirken, inceleyerek okumalar yapmayı öğrendikçe atladığım bir nokta olduğunu fark ettim.
Aslında kendisi olmayan ölümsüz edebi karakterler -cinsiyetten bağımsız- yaratmış tüm yazarların kendilerini beni hayran bırakan bir yaratım güçleri olduğunu anladım. Sanırım tam da bu sebeple çok okumayı çok seviyorum. Kitapları çok seviyorum. Tabii ki içlerindeki karakterlerin ve yazarın yarattığı hikayelerin beni içlerinde sürüklemeleri, beni dünyadan koparırken zevk dolu zaman geçirtiyorlar. Fakat bir yandan da insanlığa ve onun yaratma becerisindeki gücü görmek de beni kitaplara bağlayan esas nedenlerden.
Kitapla ve sevgiyle kalın.

Beril Bozdoğan
Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra ilk çocuğunun doğumuna kadar aktif olarak teknolojik danışmanlık ve eğitim sektörlerinde çalışmaya devam etti. Üniversite ve iş hayatı boyunca asıl ilgi alanı olan sanat tarihi, çizim ve yaratıcı yazma eğitimlerini sürdürdü. Anne olduktan sonra ise çocukluk hayallerinin peşinden giderek, edebiyata ve resim sanatına ağırlık verdi. “Blöf – Aşkın Aşınmış Hali” adlı romanın yazarı olar Beril Bozdoğan, eşi, çocukları Burç ve Boran ile İstanbul’da yaşıyor.


