Emel Altuntaş
Tüm canlılar, doğuştan ölüme kadar varoluşsal bir eylem içindedir. Hayvanlar, güdülendikleri yaşamın mücadelesini verirken insanlar hayata tutunmanın farklı şekillerine kucak açar. İnsan, ayrışarak bir bütün olduğunun farkına varır. Bu bütün; kolektif bilgi, kültür ve sevginin karmasıdır ve bu karmanın iyiliği için direnir. Baskılar, bir takım öğretiler ve dayatmalara karşı mücadele eder. İnsan direnerek, var olan kurallara karşı daha iyisini ortaya koymaya çalışır. Sadece benin değil, diğerlerinin de iyi olmasını amaçlayan ve tüm insanlık ve doğa için işleyen, gerçek sevgidir. O, kapsayıcı ve özel olandır.
Bir şeyi ya da birini tanıdıkça ve onun hakkında fikir sahibi oldukça duygu geliştirir insan. Önce kendini tanımak ister; tarif eder, hayat örgüsünü işler, kaçan ilmiklere aldırmadan bu zor uğraşa devam eder. Tekrara düşse de sevgi ve inançla olgunlaşır. Bu bir yolculuktur ve hayret edici keşiflerle doludur. İnsan, gücünü donanımının özü olan sevgi ve yetenekten alır.
Paracelsus, aşağıdaki sözleriyle Erich Fromm’a ilham vermiştir;
”Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan kişi, değersizdir. Ama anlayan kişi hem sever, hem fark eder, hem de görür… Bir şeyin özünde ne kadar bilgi varsa o kadar büyük sevgi vardır… Bütün meyvelerin çileklerle aynı anda olgunlaştığını düşleyen, üzümler hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir.”
O halde sevme eylemi, öyle hemen içten geliveren, geçici bir duygu olamaz. İçinde; bilgiyi, emeği, gelişim çabasını barındırmalıdır.
Sadece yaş alarak olgunlaşmak, gerçekte sevmeyi ve bunun için mücadele etmeyi öğretmez insana. Keşfettikçe öğrenen insan, daha fazlasını ister ki bunu,özündeki sevgiye ve bilme yeteneğine borçludur. Önemli olan bu cevheri harekete geçirmektir. Böylece durdurulamayan ve önündeki engelleri aşmak için mücadele eden bir direniş olur sevgi.
Huzur arayan, bir kafese kapanır ya da kafasını kuma gömüp kendi karanlığında kendini kandırır. Oysa akıl okyanusundaki sözler, çekinmeden sıralanmakta, bütün zıtlıklarına rağmen hayata kendi rengini vermektedir. Her biri çok kıymetli olan bu sözler; kötüye karşı iyiyi, nefrete karşı sevgiyi, baskıya karşı özgürlüğü işaret eder. İnsan, parçası olduğu bütün için bunları bilmek, uygulamak, savunmak ve gerekirse direnip savaşmak sorumluluğuna sahiptir.
Düzen içinde hapsolmuş insan, işler yolunda sanır. Kendisine çizilen sınırlar içinde özgür hisseder, çok yakında gırtlağına çökecek olan acımasız sisteme gönüllü gönülsüz hizmet eder, onu besler, köpürtür.
Taraf tutar insan, karşısında olanlara parmak sallar, işitmez, öğrenmeye kapatır kendini çünkü çoktan unutturulmuştur. Bu durumu fark edense yıkıcı bir direnişi hayata geçirmeye çalışır. Hegel’e göre, insanların kendilerini ve birbirlerini birey olarak kabul etmeleri ve öz saygıları, direnişi devreye sokar. Uygarlık, sevgi ve öz saygı temelinde direnenlerin eseridir. Onu yükseltmek ve korumak bir zorunluluktur.
“En korkunçları, Sevgi Bakanlığı’ydı. Tek bir penceresi bile yoktu. Winston, Sevgi Bakanlığı’na girmek şöyle dursun, yarım kilometreden fazla yaklaşmamıştı. Resmî bir göreviniz olmadığı sürece içeriye girmek olanaksızdı; resmî görevliler de içeriye ancak tel örgülerin arasından dolanarak, çelik kapılardan ve gizli makineli tüfek yuvalarının arasından geçerek girebiliyorlardı. Bakanlığın dışındaki bu barikatlara açılan sokaklarda bile siyah üniformalı, goril suratlı muhafızlar ellerinde coplarıyla kol geziyorlardı.”1984, George Orwell
Sistem kuran ve kendi kurallarını ortaya koyup hayata geçiren insan, doğal akışın önüne setler çekerek artık geri dönülmez bir yola girmiştir. Bu, çatışmalar ortamını yaratır ve her yenilik bir öncekinin üstünü çizmek için yarışır. İktidarı elinde tutanlar, tek biçimli dünya vatandaşlığı için zorbalığa başvurmaktan çekinmemekte, buna karşı olanlar da direnmektedir.
Direnme hakkı ile ilgili geniş metinler, Fransız ihtilali sürecinde ortaya çıkmıştır. 1793 tarihli bildirge, bireylere yapılan haksızlığın topluma, topluma yapılanın ise onun her bir bireyine yapıldığını var sayar ve bu da direnme hakkını doğurur ve temsil için seçtiklerine şöyle seslenir; “Hükümetler fertlerin hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek gibi tabii ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur.”
“Şimdi bulutsuz gökyüzünde gururla parlayan nisan güneşi, doğurmaya hazırlanan toprağı ısıtıyordu. Toprak ananın besleyici sinesinden yaşam fışkırıyor, tomurcuklar patlayarak yeşil yapraklara dönüşüyor, tarlalar boy veren otlarla ürperiyordu. Her yanda tohumlar şişiyor, yukarı doğru uzanıyor, sıcağa ve ışığa ulaşma ihtiyacıyla toprağı çatlatıyordu. Taşan özsular fısıltılar çıkararak akıyor, çatlayan tohumlardan öpücük sesleri yayılıyordu. Arkadaşların kazma sesleri sanki yüzeye iyice yaklaşmışlar gibi giderek daha da belirginleşiyordu. Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu.” Emile Zola, Germinal
Bütünü sevmek, kapsayıcıdır. Hayatı, insanı, ağacı, hayvanı, suyu, toprağı, dağı, taşı içine alır.
Bunlara karşı oluşacak herhangi bir tehditle toplum, direnç gösterecek, iktidarı elinde tutanlara karşı bir hareketlilik başlayacaktır. İyi bir yaşam için bir doz sevgi yeterli diyebiliriz, bulaşıcıdır çünkü kendi kendini çoğaltır. Oysa direnmenin karanlık bir sarmalı vardır. Gücünü sevgiden alan, bu sarmaldan çabucak çıkacaktır. Köylü, kentli, bütün kesimlerin ortak akıl ve kolektif davranış geliştirebilmesi gerekir. Halk içinde kabul görmüş, benimsenmiş kolektifi sevme durumu, büyük bir sosyal fayda sağlayacaktır. İnsanın kendini bir ağaca kalın iplerle bağlayıp ona sahip çıkma direnişi, kökündeki sevgi bağından gelir.
Kapitalist sistem, sevmek ve öğrenme isteği ile ilgili samimi bir enerji bırakmamak için bütün silahlarını kullanmaktadır. Bireyin güdümlü bir sürüyle birlikte hareket etmesi beklenmektedir. İş hayatına dalan kişi, makinelerin ya da kurumların ayrılmaz bir parçası olur. Böylece içinde bulunduğu topluma uyum sağlar. Demokrasi, bu birlikteliği propaganda ile sağlarken, diktatörlüklerde korku iklimi yaratılır. Oysa sevme eylemi, eşit bireylerin ortaya koyacağı bir olgudur, tek tipleştirilerek yok edilen kalabalıkların değil.
Bu karanlık düzen içinde insan bir kişi, bir birey olduğunu unutmadan ve ötekileşme korkusuna kapılmadan yaşam hakkına sahip çıkmalıdır.
Hazlar, hırslar, kıskançlıklar vb. insanların bağlı olduğu tutkulardır. Sevmek gönüllüdür, kimse kimseyi ya da bir şeyi zorla sevmez. Hür bir şekilde sever insan ve özgürlüğünden kuvvet alarak onu büyütür. Bu güçlü, görünmez bağı çekiştiren, koparmak isteyen zorbalara karşı da direnir. Fakat insan kendine ve içinde bulunduğu çevreye yabancılaşırsa özgürce kurulan sevme eyleminden bahsedilemez. Doğadan kopuk, meta haline gelen insanın kesilen ağaçla, katledilen hayvanla bağ kurması da beklenemez.
Çağdaş insan yalnız ve huzursuzdur. İşi gücü sistem tarafından düzenlenmiştir. Kendi ile bile uğraşacak hali yoktur. Canı biraz eğlenmek isterse müzik ve sinema ya da medya sektörü emrine amadedir. Değişiklik isterse dış görünüşü ile ya da evindeki eşyanın değişimi ile meşgul olması beklenir. Tüketerek mutlu olması öğretilmiştir.
Kendi iç dünyasına dönmeyi başaran insan, görüntülerin arkasındaki gizemi de keşfetmeye başlar. Daha iyi ve samimi duygular besler çevresine. Bu hal ile giderek yükselir, büyür, içine doğduğu sisteme sığmaz. Hatta bu çemberin ne kadar çürük, sığ ve aldatıcı olduğunu fark eder. Her ne kadar onu içine çekmeye, orada tutmaya çalışsa da insan buna direnecek ve öğrendiği, gördüğü gerçeğe sıkı sıkı sarılacaktır. Bu körleştiren sistem içinde insan direnme gücünü, temelde yolunu aydınlatan sevme eyleminden almaktadır.

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.